Galsan’ın İnsanlık Mirasına Değerli Katkısı

Kızgın Rüzgarların Ülkesinde
Kızgın Rüzgarların Ülkesinde

Tuva halkının çağdaş ozanı olarak kabul edilen yazar Galsan Tschinag, Moğolistan’ın en batısındaki Bayan-Ölgii şehrinde doğmuş (1940). Hikâye, roman ve şiir türünde ortaya koyduğu çok sayıda eserleriyle dünya çapında tanınan bir isim olmuş.

Tuva halkı, günümüzde, Rusya içindeki Tuva Özerk Cumhuriyeti’nde ve Moğolistan’ın kuzeyinde yoğunlaşan bir nüfus dağılımına sahip. “Kızgın Rüzgârların Ülkesinde” bir Tuvalının gözünden Tuva halkının yaşayışını, dünyayı nasıl yorumladığını, bu halkın değerlerini, inançlarını ve kültürünü dillendiriyor.

Ulu Altaylar, vatan, kültür, insan ilişkileri, aile, soy, çocuk yetiştirme, aşk, tabiat, evcil ve yabani hayvanlar, avcılık, Şamanizm, Tuva tarihi, Tuva dili, Almanya deneyimleri, ölüm, ruh, göçebelik, göçebe hayatı, “medeni” hayatla kıyaslamalar, Moğolistan siyasi ve sosyal tarihi, eserin anahtar kavramları arasında gösterilebilir.

Kitabın yazımında farklı bir yöntemle Tschinag ve kendisine eşlik eden Dr. Amélie Schenk, bu eseri birlikte meydana getirmişler. Eserin hangi kısmını kimin kaleme aldığı net değil. Yazılanlara bakılırsa Tschinag ve Schenk, uzun bir zaman süren çok detaylı sohbetler etmişler ve bu diyalogları yazıya dökmüşler, belli ölçütlere göre tasniflemişler. Schenk bu birliktelik hakkında şöyle diyor: “Başlangıçta her şey farklı düşünülmüştü. Ben, ulu Altaylardan ve çadırdan olan anlatıcının söylediklerinin bilimsel tarafını yazmalı, onlara etnografik yorumlar eklemeliydim. Ama başka bir şey ortaya çıktı. Birlikte bir kitap yazmaya başlamış olmamız gerçeği bizi aştı. Kısa bir süre sonra, yapmak istediğimiz biçimde, öyle ayrı ayrı ilerleyemez olduk… Sonuç, her şeyin iç içe geçtiği metnimizdir. Fikirler akıyor, öyküler ilerliyor.” (s.236)

“Bütün dünyanın gözünde biz göçebeler, hele de biz Tuvalar, zavallı, yoksul, beklentisiz gezginleriz. Ama bizim açımızdan durum farklı görünüyor. Yerleşiklik, büyük, ağır eşyalar ve sahip olunan çok sayıda mal mülkle medeni bir hayat demektir. Ama mal mülk bizim için yüktür, zahmetlidir, hatta rahatsız edicidir. Bunlarla ilgilenmek zorunda kalmak, insanın hayatını, bizim varlığımızın temeli olan hayvanları gütmek yerine bir şeylere bakmakla geçirmesi anlamına gelir. Bizim hayatımız, çayırlardaki hayvanlarımızla, çadırlardaki çocuklarımız ve yaşlılarımızla hayatta kalmak demektir. Sizin sahip olduğunuz, yığdığınız, gözettiğiniz, koruyup oraya buraya taşıdığınız pek çok şey, -dağlarda geçireceğimiz birkaç hafta için taşıdığın şeylere bak-, hayatta takılıp düştüğümüz taşlardır.” (s.188)

Tuva halkının İrgit boyundan Zengin Şınak’ın oğlu Galsan, insanlık mirasına önemli bir katkıda bulunmuş. Ülkemize bu kıymetli eseri kazandıran çevirmen Prof. Dr. Nurettin Demir ve Salt Okur’un başarılı ekibi övgüyü fazlasıyla hak ediyor.

İlgilenirseniz, çevirmen Prof. Dr. Nurettin Demir’le kitap üzerine yapılmış bir söyleşi için bkz.:

İyi Okumalar!

Zübeyr Yıldırım

“E-Ticaretin En İyileri” ödüllerine kavuştu…

Kitap kategorisinde, müşterilerine en iyi e-ticaret deneyimi sunan marka olarak, ECHO Awards’un sahibi Kitapyurdu oldu.

Marketing Türkiye ve Akademetre iş birliğiyle gerçekleştirilen ve halk jürisiyle e-ticaretin en iyi markalarının belirlendiği ECHO Awards ödülleri 25 Mayıs Perşembe günü Divan Kuruçeşme’de sahiplerini buldu.

Marketing Türkiye ve Akademetre işbirliğiyle gerçekleştirilen ve Türkiye’de bir ilk olan ECHO Awards’da 45 kategoride en başarılı e-ticaret siteleri ödüllerine kavuştu.

Titiz bir hazırlık sürecinin ürünü olan ve kapsamlı metodolojisiyle dikkat çeken ECHO Awards’ta iki aşamalı bir ölçüm yapıldı. Değerlendirmeler sektör ve süreç bazlı gerçekleşti.

Jürisi halk olan ECHO Awards’ta e-ticaretin en iyileri nihai tüketicilerin değerlendirmeleri sonucunda belirlendi.

Birinciler nasıl belirleniyor?

Kapsamlı bir araştırmaya dayanan ECHO Awards’da e-ticaretin en iyileri nihai tüketicilerin değerlendirmeleri sonucunda belirleniyor. Araştırma süreci “Sektör Bazlı Değerlendirme” ve “Deneyim Bazlı Değerlendirme” olmak üzere iki bölümden oluşuyor…

“Sektör Bazlı Değerlendirme”de Kategori Bazında Yılın E-Ticaret Platformları başlığında Kitap Kategorisi’nde Kitapyurdu ödüle layık görüldü.

Yürüme Edimine Farklı bir Yaklaşım

Yürümenin Felsefesi
Yürümenin Felsefesi

Merak ettim tabii, literatürde ne var ne yok, araştırdım. Yürümenin erdemini anlatan kitapları buldum, edindim. İyiler, düşüncelerimi derleyip toparladılar sağ olsunlar. Bu da o kitaplardan biri. Okunmasını tavsiye ederim ama en hararetli tavsiyem yürümeniz yönünde olur. Şimdi Can Öz’ün bir röportajında duydum, ulaşım için yürümenin faziletinden bahsetti. Yürüyün yani, yeni yollar için, hayatınız için.

Gros’un incelemesi Solnit’inkinin konsantre haline benziyor; hacılar, Thoreau, Wordsworth, Nietzsche, Rousseau, peripatetikler falan, daha kısa ve net şekilde ele alınıyor. Yürüme edimine dair anlatılanlar ise daha sezgisel, felsefi işler. Kitabın fark yarattığı nokta bu.
Yürümenin bir spor olmadığı fikriyle başlıyor Gros. Sporda bir sıralama, amaç var ama yürümenin doğasına aykırı bir şey bu. İlginç bir durum; yürümek trekking’e dönüştüğünde yürüyüş kıyafetleri, ayakkabıları, besinleri, kısacası tüketilecek bir dünya şey giriyor devreye. “Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu.” (s.9) Oysa yürüyüş bunlardan uzaklaşmakla bir olmalı, en azından sağaltıcı yürüyüş böyle bir şey. Gündelik hesapların alanından uzaklaşmak, bütün zincirleri kırmak, erteleme özgürlüğünü yaşamak demek. “Yürüyerek kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikayeye sahip olma isteğinden kaçarsınız.” (s.14) Faydacıysanız, bir şeylerin peşindeyseniz özgürlüğün tadını almak çok zor, yine de siz bilirsiniz.

Nietzsche bölümü. Filozofun yaşamında yürümenin önemini görürüz. Wagner sevdalısı bir adamın dönüşümünü, Wagner’in boğuculuğunun farkına varmasını okuruz. Parlak bir zihnin adım adım çöküşü, saatler boyunca yapılan yürüyüşlerin etkisiyle yavaşlar ve bu süreçte oluşan fikirler kitaplaşır; adamın kitaplarının çoğu bu yürüyüş fasıllarının ardından yazılır. Yukarıdan bakış: tepelere yürüyen filozof, insanların küçük dünyasını görür ve yerleşik ahlakın zehrini duyumsar, daha iyinin üretimi için yıkımı şart koşar. Dionysos ve Çarmıha Gerilen kimliğine bürünen Nietzsche, bengi dönüşünü çılgınlık dönemlerinde tamamlar ve hayata gözlerini yumar. İnsanlığın hatrına dilsiz kalır, gerçi söyleyeceğini söylemiştir çoktan.

Dışarısı-içerisi farkı. Yürüyüş bu ikisinin eridiği potadır. Dışarıdan alınanların içeridekilerden pek de farklı olmadığı an, o an bir esrime halidir, doğanın bir parçası olmanın hatırlandığı. Saatler boyunca ikamet edilen yerin ev olduğunun farkına varmak, yürümenin kazandırdıklarından biri budur. Deniz kenarı evimdir, yol da öyle. Zen bakışıyla düşünüyorum; bunun farkında olmanın olmamaktan farkı, ayaklarımın yerden kesilmiş olması. Suda yürümediğimi iddia edenin alnını karışlayacak noktaya gelmem kolay. Orada kalmak zor ki zehri bir kez almışım, ayaklarım durmuyor, bir adım diğerini takip ediyor, öyleyse manzara değişiyor, ben değişiyorum ve bir tek ayaklarıma güveniyorum. Kafi.

Rimbaud, sıkıntılı ruh. Şiir yazmayı bıraktıktan sonra yürümeye devam. Kışın evinde dil öğrenir, hava güzelleşince kilometreler boyu yürür. Kıbrıs, Afrika, yürünecek neresi varsa. “Burada olmanın acısı, bir yerde durmanın, yaşarken gömülmenin, kalmanın imkansızlığı hissedilir karın boşluğunda.” (s.48) Free Bird dinlemek bir parça sezdirir belki bunu, ötesini düşünmek bir kara yokluk. Sayfalarda rastlayabiliriz biraz. Belki.

Gerisi Gandhi’ye kadar uzanan bir yolculuk, anlatmak yerine sahilde yürümeyi tercih ederim. Hava biraz sisli, içim açık.

Mehmet Utku Yıldırım

Tibet İmparatorluğu Tarihi

Tibet İmparatorluğu Tarihi
Tibet İmparatorluğu Tarihi

Kıymetli okurlara kitap hakkındaki değerlendirmeyi sunmadan önce, kitabın yazarını tanıtmayı her zaman öncelikli olarak faydalı buluyorum. Christopher l. Beckwith, 1945 yılında ABD’de doğdu. Yale Üniversitesi’nde Lisans eğitimini aldıktan sonra, Harvard Üniversitesi’nde doktora eğitimini tamamlamıştır. Beckwith, özellikle Orta Asya ve Tibet tarihi, dilleri ve kültürleri üzerine yoğunlaşan çalışmalar sürdürmüş, ayrıca, Avrasya stepleri üzerine çalışan önemli bir isimdir. Beckwith, Columbia Üniversitesi’nde Doğu Asya Dilleri ve Kültürleri alanında kıymetli bir Profesördür. Malum, Avrasya üzerine yapılan çalışmaların bolluğunun yanında, ucu Tibet’e dayanan çalışmalar oldukça azdır. Hatta bu kitap da -Türkçe literatür beni yanıltmıyorsa- şu ana kadar Tibet İmparatorluğu hakkında iki kapak arasına giren çalışma da denilebilir. Araştırmadan elde ettiğim bulgular üzerine, konuya ayrıca ilgi duyanlar için 2021 yılında Türk-Tibet İlişkileri kapsamında biri İngilizce ikisi Türkçe dilinde olmak üzere üç yüksek lisans tezinin de literatürde mevcut olduğu görülmektedir. Kitaba dönülecek olursa, giriş olarak imparatorluk öncesi Tibet ve Orta Asya’ya bir bakış tasarlanması şık bir metot olarak göze çarpıyor. Burada da ağırlıklı olarak bölgenin dil gibi kültürel yatkınlık unsurlarına yer veriyor. Böylelikle Tibet İmparatorluğu’nun Orta Asya’da nasıl bir güç haline geldiğini ve bu imparatorluğun yükselişinin nedenlerini inceliyor.

Kitabın ilk bölümünde Orta Asya’ya giriş yaparken, burada Tibet İmparatorluğu’nun kuruluş emareleri hakkındaki soruların cevabını arıyor. Bunu yaparken de kaynaklar üzerinden Tibet tarihine ışık tutan kişiler üzerinden bir değerlendirme yapıyor. Kitapta, Tibet İmparatorluğu’nun kuruluşu, siyasi, sosyal ve kültürel yapısı, ekonomisi, askeri gücü, dini hayatı, sanatı ve edebiyatı gibi konular ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor. Ayrıca Tibet’in diğer devletlerle, özellikle de Tang Hanedanı ile olan ilişkilerini uzun uzadıya tartışıyor. Burada Tibet tarihinin dış dünya ile ilişkilerinin ilk defa 600’lü yıllarda Çin’e gönderilen elçilikler ile gerçekleştiğine işaret edilmektedir (s. 33). Sözü geçen elçiliklerin gidip gelmesi konusu, taraflar arasında yaşanan bir savaş neticesinde gerçekleştiği düşünülüyor. Bu da Tibet tarihinin siyasi arenadaki varlığının en erken adımı olarak görülebilir. Ayrıca, Tibet İmparatorluğu’nun yükselişindeki rolüne ilişkin tartışmalar da kitap içerisinde ele alıyor. Beckwith, Tibet İmparatorluğu’nun yükselişinin başlangıcı olarak, özellikle de Tang Hanedanı’nın gücünün zayıflaması ve Orta Asya’daki diğer devletlerin mücadelesi gibi unsurların etkili bir şekilde olanak sunduğunu sistematik bir şekilde aktarıyor. Mesela 715 yılından itibaren bölgenin adeta bir dönüm noktasına girdiğini; batıda Araplar, doğuda Çinliler ve güneyde Tibetlilerin erken dönem Orta Çağ Asya’sının en büyük üç yayılmacı devleti oldukları ifadesiyle döneme geniş perspektifli bir çerçeve çiziyor (s. 94).

Anlaşıldığı üzere, Tibet İmparatorluğu’nun yönetimi de karmaşık bir feodal sisteme dayanıyordu. İmparator, prenslerin desteğiyle kendi yönetimini sürdürürken, destek veren prensler de kendi yerleşimlerini ayrı bir yönetim birimi olarak göstererek varlıklarını sürdürüyorlardı. Bu nedenle, imparatorluk idari açıdan zaman zaman zayıf bir duruma düşebiliyordu. Tibet İmparatorluğu, IX. yüzyılda Çin Tang Hanedanı’nın desteğiyle güçlendi ve birçok alanda gelişim gösterdiği bir sürece girdi. Özellikle de Tibet Budizmi’nin artmasıyla, kültür ve sanat alanında da büyük bir etki yarattığı görülür. Bu değişim sürecini de erken dönem Orta Avrasya’yı süreç bakımından benzerliği nedeniyle Orta Çağ batısı ile karşılaştırarak değerlendirdiği görülür.

Tibet İmparatorluğu’nun sonu ise, hızlı bir yükselişin ardından IX. yüzyıl sonlarına doğru gerçekleştiği görülür. Tibet İmparatorluğu’nun zayıflaması, bölgede yeniden güçlü bir hanedanın ortaya çıkmasını engelledi ve daha sonraki dönemlerde Tibet, farklı kültürlerin etkisi altında eriyerek son buldu. Genel olarak, Beckwith’in kitabı, Tibet İmparatorluğu’nun Orta Asya’daki tarihsel önemini anlamak için önemli bir kaynak olarak kabul edilmektedir. Ancak, bazı eleştirmenler kitabın Tibet tarihindeki bazı konuları ele almakta yetersiz kaldığını iddia etmektedirler. Bu iddiaların tesiri altında kalmamak adına, bu dönem üzerine yapılan çalışmalarla birlikte kullanılarak, Tibet tarihi hakkında daha kesin bir veriye ulaşmak mümkün olabilir. Yine de “Tibet tarihi” dediğimizde, sadece Tibet’in tarihi değil, aynı zamanda bölgedeki diğer güçler ve onlarla kurulan temaslar da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle, Christopher l. Beckwith’in “Tibet İmparatorluğu Tarihi” kitabından Tibet tarihinin yanında Tibet’in konumu ve ilişkileri nedeniyle Göktürkler, Karluklar ve Türgişler gibi Türk halklarına da rastlamak mümkündür. Bu da kitap okuyucusuna, Tibet tarihini öğrenirken Türk tarihini de yeniden hatırlatıyor ve aynı zamanda Tibetliler gözünden Avrasya’da önemli bir boşluğu doldururken, Tibet tarihi adına yapılacak yeni araştırmalara kapı aralıyor.

Münevver Adıgüzel

…her karakterine vermesi gereken mesajı meşale gibi taşıtan Harper Lee’ye, sevgilerle.

Bülbülü Öldürmek
Bülbülü Öldürmek

Bülbülü Öldürmek, 1960’ların Amerika’sında kelimenin tam anlamıyla eşitlik ve insan hakları çığlıklarıyla dolup taşan bir zamanda yayınlanan, dönüm noktası niteliğinde, ırkçılık karşıtı bir manifesto. İnanıyorum ki bu kitap ders olarak verilseydi tarih, hukuk, vatandaşlık ve pedagoji alanlarına çok doğru bir örnek teşkil ederdi.

Küçük Scout, abisi Jem, babası Atticus, komşuları Boo Radley, Tom Robinson ve Scout ile Jem’in küçük dostları Dill üzerinden aktarılan sade, naif üslubuyla muazzam bir kitaba imza attı, Harper Lee. Baş karakterleri Finch’lere annesinin kızlık soyadını vererek onları daha anlamlı bir parçası haline getirmeyi de ihmal etmedi. Hatta Dill karakteri de Lee’nin çocukluk arkadaşı Capote’den esinlenerek ortaya çıkmış. Alabama’lı beyaz bir kadın yazarın ki, bu cümleye başlarken kullandığım kelimelerin o zor zamanlarda tek başına kullanıldığında bile ne kadar cüretkar bir kombinasyon oluşturduğunu tahmin edebiliyoruz, daha adil ve insancıl bir toplum için taşını zarif bir şekilde yerine yerleştirmeyi amaçlayarak, görevini layıkıyla yerine getirdi. Irkın ötesini gören ve insanlarda iyiliği bulan, ayakları soğukkanlılıkla yere basan adil bir adam olarak Atticus’u, kimden ilham aldığını merak ediyorum Lee’nin. Açıkçası çocuklarının gözünden başlangıçtaki aktarımı beni duygudan duyguya sürüklerken, kitabın sonuna doğru Atticus’un ismi geçtikçe karakterine olan hayranlığımla gözlerim doldu.

Scout, Jem ve Dill şahit olmak zorunda kaldıkları boylarından büyük olaylara getirdikleri masum fikirleriyle kalbimi ısıttılar. Bu hikayede yetişkin ve hayatının ona birçok yönden eksik sunulmasına ve hatta masumiyeti ispatlanarak gösterilen delillerle kanıtlanmasına rağmen ölüm cezası alan, Tom Robinson da masumdu. Atticus, onun için hayal edilemeyecek ahlaki yoksunluklar içinde, fakat cesaretle, dokunaklı savunmasını yaptı. Bu üzücü hikayenin tüm tatsız anları Scout tarafından o kadar naif, kırılgan ve bazı yerlerde tebessümü kaçınılmaz kılarak anlatıldı ki, belki de bu hikayeyi yetişkin bir karakter aktarıyor olsaydı sonuna kadar okumayı sürdüremeyebilirdim. Mesela bebeklerin nasıl dünyaya geldikleri konusunda; ‘Dill’in duyduğu, tüm bebeklerin olduğu sisli bir adaya kürekle geçtiği teknesi olan bir adam vardı ve bir tane ısmarlayabiliyordun-Bu bir yalan Halam Tanrı’nın onları bacadan ittiğini söyledi. En azından ben öyle düşünüyorum’ gibi muzip yorumları çok tatlıydı.

Kitabın ismi de en az sırtladığı mesaj kadar manidardı. Aslında kitabı okumaya başladığımda bir yerinde bu isimle ilgili bir eylem olacağını düşünmüştüm. Dolaylı olarak oldu da…
‘Karatavuklar bize hiçbir şekilde zarar vermezler, sadece biz onları duyalım diye cıvıldarlar. Bahçelerimizi bozmazlar, bitkilerimizi yemezler, hiçbir şey istemeden sadece şarkılarıyla hayatımızı güzelleştirirler. Bu yüzden karatavuk öldürmek günahtır.’

Atticus, çocuklarına nazik davranmayı, insanları karakter ve şekilleriyle değil oldukları gibi görmeyi ve seçimlerine saygı duymayı öğretti. Bir ebeveyn olarak onların çocuksu benliklerine duyduğu saygıya hayran kaldım.

Lee’nin romanı bütünüyle ırkçılık, önyargılar ve zamanın toplumunun temsili gibi temalar için edebiyatın temel taşlarından biri. Önyargı, aile, toplum, nezaket ve hassasiyet ya da adaletsiz bir dünyaya onurlu bir tepki ve daha nicesi gibi pek çok konuyu kapsadığı için, esasen bunlardan biri üzerinde durarak romanı yorumlamak yerine, hepsinin mükemmel bir aynası olduğunu özetlemek daha doğru olur. İsmi geçen her karakterine vermesi gereken mesajı meşale gibi taşıtan Harper Lee’ye, sevgilerle.

Fulya Yılmaz

Dikkat Her Şeydir…

Kusursuz Dikkat
Kusursuz Dikkat

Henüz her şeyin dijitalleşmeye başlamadığı, evlerimizdeki en ileri teknolojinin tüplü televizyon, elektrikli ütü olduğu döneme kadar bizim “odaklanma becerisi” gibi bir problemimiz yoktu. Belki vardı ancak bu kadar yaygın bir problem değildi. O yıllara kadar her türden teknolojik ürün ve yenilik, hayatımıza temkinli bir şekilde dahil ediliyordu. Onlara alışmak, onlarla değişen hayatımıza ayak uydurmak için bir sürece sahiptik. Yeterince vaktimiz vardı. Fakat her şey bir anda değişti sanki. Önceleri hayatımıza büyük bir temkinle ve teyakkuzla dahil ettiğimiz dijital çağ icatları, adeta üzerimize boca ediliyordu. Hızla yeni tabletlere, telefonlara, akıllı saatlere, akıllı TV’lere sahip oluyorduk. Artık onlar üzerindeki kontrolü, sadece onları satın almadıkça sağlayabiliyorduk. Dışarıdaki hayat da hızla dijital bir çağa evrildi. Üstelik bu değişimin hızı da gittikçe artıyordu. Bu bir devrimdi. Fakat hızla değişmekte olan hayatımıza adapte olmak eskisi kadar kolay değil. Bu süreçte alışkanlıklarımız, hayata bakışımız, hayattaki anlam arayışımızın şekli ve daha birçok şey değişti. Nitekim odaklanma becerisine ihtiyacımız da arttı. Odaklanabilmeyi, kitabın kendi başlığında da ifade ettiği şekliyle “Kusursuz Dikkat”i kaybettik, yahut zayıflattık. Şimdi hepimiz onu yeniden bulmaya çalışıyoruz. Yazarın kitapta geçen şu cümlesi halimizin çok iyi bir özeti sanırım: “Daha önce hiç bu kadar az şey yaparken bu kadar meşgul olmamıştım.” Sanıyorum ki, 21. Yüzyılın bireysel olarak aşılması en güç problemlerinden biri dikkat meselesi olacak. Bu konuda da dijital çağ öncesi dönemdeki çalışma alışkanlıkları yol göstericimiz olacak. İlk kez insanlık olarak ilerlemek için geride bıraktığımız şeylere bu denli muhtaç bir durumdayız diyebiliriz. Bu yeni durum karşısındaki insan halini inceleyen ve yol gösteren kitapların sayısı artmakta. “Kusursuz Dikkat” de onlardan biri.

“Kusursuz Dikkat” kitabı, başlığıyla ve dahil edildiği tür olan “kişisel gelişim” kategorisinin kötü şöhreti nedeniyle, bu alandaki yeknesaklıktan bıkmış okurda ister istemez bir kaçınma duygusu uyandırıyor. Dolayısıyla bu tür kitaplardan bahsedildiğinde ilk merak edilen, kitabın “diğer klasik kişisel gelişim kitapları gibi mi olduğu” sorusu. Bu nedenle kitap hakkındaki değerlendirmeme bu sorudan başlamak istedim. Bu alandaki kitaplar, konularına göre ayrı ayrı okunduğunda bazen yazarın aşırı iddialılığı ve anlatılan kişisel gelişim unsurunun, hayatın her alanına zorla dahil edilmesini isteyen tavır nedeniyle okurda şu soruları uyandırıyor: “Gerçekten hayattaki en önemli şey karşıdakini ikna etme sanatı mı, ya da hızlı okumak mı, şampiyon psikolojisine sahip olmak mı, muhatabına hayır cevabını verebilmek mi, az uyumak mı? Hayat bu üç buçuk tavsiyeyi uyguladığımızda düzelecek kadar basit bir şey midir?” vs. Örnekler uzatılabilir. Bu soruyu sorduğumuz raddeye geldikten sonra artık kitabın iddiaları abartılı, tezleri bayağı ve sonuçları da popülistçe görünmeye başlar. “Kusursuz Dikkat” kitabı, konusu gereği insanı insan yapan her ne varsa temelinde yatan “dikkat ve odaklanma” meselesini mercek altına aldığı için malum kişisel gelişim kitaplarının tarzında yazılsaydı bile önemli bir kitap olacaktı. Fakat yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim gibi yazarın çok titiz bir araştırmacı tavrı var. Anlatılan örnekler, yapılan açıklamalar güzel bir tasniften geçirilmiş. Anlatılanların sırası, sıfırdan başlayanlar için başka bir kaynağa gerek duyulmaksızın kolayca anlamayı ve aşama aşama bilgilenmeyi sağlıyor. Kitabın içinde en can alıcı kısımlar bilinçli olarak tekrar edilmiş fakat bu tekrarlar aynı şeyleri okuma sıkkınlığı vermiyor, daha ziyade konunun farklı bir cihete açılan kısmını görmeyi ve bu kısımları anlamak için bir referans noktasının yeniden oluşmasını sağlıyor. Ayrıca yazar bilgileri sıkmadan, üstelik bolca tekrar etmesine rağmen asla sıkmadan aktarmanın yolunu bulabilmiş. Bazı konuların daha iyi anlaşılabilmesi için şemalandırma yöntemi kullanılmış. Bunların anlatıma epey katkı yaptığını ve akılda kalıcılığı artırdığını görüyorum. Kitapta abartılı hiçbir şey yok, aksine kendi iddiasını kendi çürütmeye çalışan ve sonuçlarını paylaşan bir tavrı var. Getirdiği açıklamalar çok makul görünüyor.

“Kusursuz Dikkat” kitabında Chris Bailey’nin konuyla ilgili literatürdeki kayda değer hemen her şeyi taradığını görüyoruz. Sivil bir araştırmacı olarak muazzam bir emek ortaya koymuş. Yapılan atıflar, dipnotlar, başka kitaplardan alıntılar bunu gösteriyor. Ancak bazı kısımlarda da bahsedilen araştırma bulgularının kaynağı belirtilmemiş. “Yapılan bir araştırmada” şeklinde başlayan bulgular konuyu tasdik eden ve o sırada okuyucuya gayet inandırıcı gelen sonuçlar olsa da kitabın nesnelliğine biraz gölge düşürüyor.

Kitabın ortaya koyduğu anahtar kavramlar ve çevirmenin kelime seçimi çok yerinde. “Otomatik pilot, dikkat aralığı, kusursuz dikkat ve serbest dikkat” gibi kavramlar ve bunların ifade ettikleri herhangi bir boşluğa yer bırakmayacak şekilde açıklanmış. Öyle ki, kitabı okuyup da aradan zaman geçtikten sonra akılda kalacak olan sadece anahtar kavramlar bile, kitaptan edindiğimiz kazanımlarımızı sürdürmeye epeyce katkı sağlayacaktır. Akılda kalıcılık ve önemli bir dikkat unsuru olması açısından, anahtar kavramlara ağırlık verilmesini çok yerinde buldum. Her sayfada altını çizmeye değer bulduğum çokça bilgi ve öneri vardı. Kendisini bir başlangıç kitabı, giriş kitabı olmaktan öteye de taşıyan kısımları haizdi. Getirdiği argümanları, işaret ettiği sorunları çok iyi açıklayan, ikna edebilen ve son derece yalın, laf ebeliğine kaçmayan bir anlatımı var. Konuyu adeta bir gergef gibi işliyor. Yazarın hem dersine iyi hazırlandığı hem de belagatinin güzelliği, metnin başından sonuna kadar kendini her yerde belli ediyor.

Kitapta çok orijinal bulduğum ve etkilendiğim kısımlar oldu. Dikkat aralığı kavramı, serbest dikkat- kusursuz dikkat ayrımı bunlardan bazıları. Özellikle dikkat aralığını sonuna kadar doldurmamak ve daha nitelikli bir çalışma için arada serbest dikkat boşlukları bırakmak ile ilgili tezini çok ilginç buldum ve aklımda bu sayede bazı parçalar yerine oturdu. Hatta bu taşların yerine oturma olayını çokça yaşadım. Bugüne kadar sağdan soldan duyduğum, bir şekilde okumuş olduğum odaklanma becerisi ile ilgili bazı bilgilerin, bulguların hepsini bir arada bulmuş oldum hem de sebeplerini daha iyi anlamış oldum. Ayrıca, yazarın anlatım tarzı da okuyucuya sonradan bazı şeyleri daha iyi anlamasını sağlayacak “bilgi sentezletici” şekilde. Okuyucu bu sunuş şekli sayesinde birçok bilgi ve sonuç için bir deney ortamına ihtiyaç duymuyor. Kendi hayatındaki birçok anı, deneyim anlatılan şeyler için bir deney ortamı, modelleme oluyor.

Kitap odaklanma becerisi konusunda güzel bir bilinç oluşturuyor. Ancak bu bilinç maalesef hayat gaileleri ve yazının başında bahsettiğimiz hayatın hızlılığı, hızla değişimi nedeniyle ihmale sürüklenmeye ve kolayca unutulmaya mahkum olabilir. Zaten kitabın temel problem olarak gördüğü ve “otomatik pilot” ifadesiyle de kavramlaştırdığı problem de bu unutulmaya mahkumluk durumu. Dolayısıyla bu edindiğimiz bilinci hayatımızın merkezine almamız gerekir. Kusursuz dikkat, ancak kendi hayatımızdaki rolümüzde edilgenliğe düşmeyi engelleyebildiğimiz ölçüde sağlanabilir. Özellikle “etkin olmak” yerine “edilgenliğe düşmeyi engellemek” tabirini seçtim. Çünkü insan zihni, doğası gereği edilgenliğe “kitabın tabiriyle otomatik pilota” düşmeye meyyal. Ve dijital çağın nimetleri her zaman daha cazip ve daha kolay lokma. Kitabın bence en büyük kazanımlarından birisi de zihnin bu edilgenliğe düşmeye meyyal halini iyi anlatması ve bunla barışık olmamız gerektiği farkındalığını uyandırması. Dolayısıyla ben okurlara bu kitabı bir kere okunduktan sonra rafa konacak bir kitap olarak görmemelerini; altını çizdikleri, işaret ettikleri kısımları belli aralıklarla tekrar tekrar okumalarını tavsiye ederim. Çünkü adeta dikkat önleyici unsurlarla kuşatılmış bir dünyadayız ve şu an dikkatimizi korumak adına elimizdeki tek silah, bu tür kitapları okuyarak kazandığımız ve tekrar tekrar okuyarak tazelenmesini sağladığımız “dikkat bilinci” olacaktır.

Dikkat ve odaklanma becerisi, çok hassas ve çok sayıda değişkenden etkilenen ip üstünde yürümeye benzeyen bir denge. Dengeyi oluşturan bileşenlerden bir tanesinin bile olmayışı/fazla oluşu ipten düşmek için maalesef yeterli.

Kitabın verdiği en önemli mesajlardan biri de odaklanma becerisini sadece sınavlarda, yaptığımız işlerde bize başarı sağlayan bir taktik olarak görmemek gerekliliği. Yazarın bu konuda kitapta geçen şu saptamasını çok önemli buluyorum: “ Odaklanmayı sadece üretkenliğimi artıran bir katkı olarak görmeyi bırakıp genel iyi oluşumu etkileyen bir unsur olarak görmeye başladım.”(s.10)

Önümüzdeki uzunca bir dönemde odaklanma konusunu temel alan çokça zihin araştırmaları ve bunların bulgularını göreceğiz. Belki çokça yeni bilgi ortaya çıkacak, doğru bilinen çok şeyler değişecek. Konunun daha çok başındayız ve mevcut bilgilerimiz de bize dijital çağ öncesi dönemdeki sadeliği işaret ediyor. Yani şu anki bilgilere göre muhtemelen ulaşabileceğimiz en zirve nokta yüzlerce yıl önce yaşamış mum ışığında çalışan alimlerin seviyesi olacak. Hayat gerçekten çok garip…

Hüseyin Furkan Karamekik

Edebiyatta Aşka Yer Var…

Âşıklara Yer Yok
Âşıklara Yer Yok

Edebiyatın bir sihir olduğu tasavvurundan hareket edilirse her şeyin edebiyatının yapılmasının mümkün olduğu gerçeğiyle karşılaşılır. Fantastik âlemlerden gerçeğin en saf haline kadar, hemen hemen her şey, edebiyatın o efsunlu diliyle izah edilebilir. Ama bir duygu vardır ki onun edebiyatı hiç bitmez. Adına Aşk denen mezkûr kavram bu nedenle kalemi eline alanların eşsiz bir malzemesi olur. Sevginin yücelttiği aşk kavramına adı sanat olan her yerde rastlanmakla birlikte bir kitabın satırlarına sarmalanan aşk öykülerinin modası hiç geçmez. Hatta öyle ki bin yıl önce yazılmış destanlaşmış bir hikâye bile daha dün yazılmış gibi okuyan üzerinde etkisini gösterir.

Tarık Tufan’ın son kitabı ise klasik ifadeyle bir âşık maşuk ilişkisidir. İdealize edilmiş aşka biçilen hikâyenin öyle efsanevi olmayacağının ve sadelikle de gayet güzel bir şekilde izah edilebileceğinin, okurun gerçeklik algısıyla daha çok uyuşabileceğini hesap eden Tufan, aşkın soyut boyutunu güçlü ve yalın bir gerçekliğin üzerine inşa eder. Olaya duygu penceresinden bakan başkahraman ve aynı zamanda anlatıcı Orhan’ın platonik aşkının kendisine olan yıkımına dair o meşum hikâyesine takılan her bir öykü halkası anlatıyı daha rafine bir hale getirir.

Aslında sözün sözü açması gibi hikâyenin de başka hikâyelere eklemlenmesi, edebiyat dünyasında çok kullanılagelen bir tarzdır. Çünkü karakterler ana anlatıya yaşam öyküleriyle girerler. Tufan ise bu hikâyeleri okura ilk aşamada vermez. Önce karakterleri gizemin boyasına boyayarak onları şifreli bir kasaya dönüştürür. Duygudaşlığın anahtarını eline alan anlatıcı yaşamına misafir olan her bir karakteri meraklı bir şekilde ele alarak, onların öykülerini deşifre etmeye gönüllerinin gizli kısımlarını açmaya çalışır. Bu tarz anlatımın okur için cezbedici olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü okur ilk aşamada anlatının sürükleyici olmasını bekler. Çözülmesi beklenen her düğüm, okuyucuyu daha güçlü bir biçimde satırların arasına çeker. Daha çok polisiye eserlere yakışan gizem kavramı ise öykünün sonunun kolay tahmin edilebilirliğinin önüne geçer. Zira beklediğini basit bir şekilde bulan okur, takip ettiği satırların notunu kırabilir.

Bir aşk öyküsünde, tabii ki karakterler ön planda olmak zorundadır. Ama ziyadesiyle iyi döşenmiş bir mekân söz konusuysa, bazen kahramanlar o dekorun içinde kaybolurlar. Eserdeki Saklıkuyu bölgesi bu açıdan iyi seçilmiş ve iyi bezenmiş bir mekândır. Bir kere ortamın kasveti, eşsiz havası, anlatılan her bir karakteri geçmişiyle beraber çok iyi sarmalar. Mekânın birleştirici misyonu, zincirin halkaları gibi bir araya gelmiş kahramanları Orhan’ın birer uydusuna çevirir. Üstelik yaşanmışlıklardaki ortak nokta sadece mekânla da ilintili değildir. Eksikliği hissedilen kaybın yoksunluğunu yaşayan her kahramanı dibine çeken müşterek bir kader kuyusu da söz konusudur.

Direnen yaşamların öyküsü büyük bir acıyla başlar. Her acı ayağa bağlanan taş misali ummanı andıran dünyada insanı dibe çeker. Ya çırpınılır ya da kadere teslim olunur. Teslimiyetin de çırpınmanın da kendine has öyküsünden çıkarılacak dersler vardır. Tufan’ın satırlar arasında sakladığı dersleri ise iyinin, kötünün; zalimin mazlumun; aşığın maşuğun; söylediklerinin kulağa küpe olacak şekilde aforizmalar şeklinde ortaya çıkmasıyla kendisini gösterir. Hayatlarında acıyla sınananlar, sorgularının bedelini güçlü cümlelerle verirler. Bu cümlelerle anlatımını zenginleştiren Tufan, şiirsel diliyle okurunu her fırsatta kendi kıyısına çekecek mesajları satırlar arasına gizler.

Eserden ders çıkarmak bir yana bırakılırsa, anlatılan olayların kendisine has bir yaşanılabilirlik içerdiğini de belirtmek gerekir. Okurun anlatılan karakterlerle duygudaşlık kurmasının yolu da bir anlamda buradan geçer. Kahramanın kendi kendisiyle cebelleşmesi esnasındaki sayıklamaları, düşünsel bir muhasebenin anlamlı verileri olarak ortaya çıkarken, aslında “ben de bu durumda olsam böyle düşünürdüm” diyen okurun duygularına tercüman olur. Tabii her eserde bunu görmeye imkân yoktur. Duygulara şekil vermek isteyen yazarlar, bazen lastik misali çektikleri duygu yumaklarından çözümsüz düğümler oluşturup öylece bırakırlar. Oysaki hisleri fazla bulandırmaya gerek yoktur. Sadelik anlatım için her zaman geçer akçedir. Tufan, karakterlerinin duygu dökümünü ana tema (aşk, özlem, nefret vb.) etrafında olduğu gibi aktarır.

İnsan bilinci bazen hesapsız gelişigüzel akarak net kararlar alamaz. Eserdeki kahramanlarda bu doğallığı da bulabilmek mümkündür. Aslında bu tarz zihinsel aktivitelerin, cümlelerle anlatılması bazen zordur. Tufan, bu güçlüğün altından da layıkıyla kalkar. Misal Orhan karakterinin yaşadığı tereddütler, çıkmazlar ve iç çatışmalar zihne bir nevi ayna tutularak görünür kılınır. Tabii ruhsal buhranın ötesine geçen, kendi doğallığından sıyrılan, gerçekle hayalin birbirine karıştığı durumların anlatımı da aynada görülenin aksine daha karmaşık tarzda okuyana servis edilir. Bu muhayyel yükselişler de karakterin bilinç oyunları olarak kabul edilirse anlatımdaki doğallık yadsınmamış olur.

Eserin olay örgüsünün çok iyi planlandığı ve kurgu trafiğinin de çok iyi yönetildiğini söylemek lazım. Yirmi sekiz bölüm halinde tasarlanan eserde, geçmişle şimdiki zaman arasında gitgeller yapan ana anlatıda Orhan’ın aşkının geçmiş zamanın merkezine oturduğu görülür. Bu klasik aşk masalına anlam kazandıran ise Orhan’ın Saklıkuyu’da yaşadıklarıdır. Aslında geçmişe dair aşk hikâyesinin kurgusu Türk filmlerine adapte olanlara fazlasıyla sıradan gelebilir. Ama kahramanın Saklıkuyu günleri, geçmişe öylesine güzel kurgusal bir kimlik kazandırır ki aşka dair yazılanlar katmerlenir. Tabii kurguya dair bu kadar tespit yapılmasına karşın eserin sonundaki ekler kısmında verilen bazı resim ve evraklardan, eserin kurgu kısmının nerden başladığı gerçek kısmının nerde bittiğini kestirmek güç bir hale gelir.

Aşk, umut ve trajedi üçgeninin kenarları arasında mekik dokuyan kayıp bir ruhun kendini bulması ve kaderine boyun eğmesinin bu eşsiz kurgusunu bir film senaryosunda görmek güzel bir tecrübe olabilir. Ama anlatının mevcut zenginliğini yansıtacak görselliği bulmanın mümkün olmayacağını da hatırlatmakta fayda var. Son olarak; âşıklara yer var mı yok mu bilinmez ama aşkın sorgulanması ve anlamlandırması gereken bir yönü olduğunu Tufan’ın eseriyle idrak etmek mümkün

Zafer Saraç

Etkili Bir Kitap: Atomik Alışkanlıklar

Atomik Alışkanlıklar
Atomik Alışkanlıklar

Uzun süredir çevremden hep övgüyle duyduğum ve sürekli tavsiye edilen bu kitabı sonunda okudum. Sıradan bir kişisel gelişim kitabı olmadığını en başta söyleyeyim. Ayırdığınız vakte, ödediğiniz paraya değecek ve alışkanlıklarınızı dönüştürmenize yarayacak bir kitap bu.

Atomik Alışkanlıklar kitabı ne anlatıyor, anlatılanlar pratikte ne işe yarayabilir genel hatlarıyla bakalım: Bir yerden başlamak istiyorum ama “ama”ları bir türlü aşamıyorum diyorsanız, bu kitap size tüm bahanelerinizi ortadan kaldırabileceğiniz ve gerçekten “başlayabileceğiniz” bir ortam vadediyor.

Hedef odaklılığı bırakıp sistemlere yönelerek başarıya ulaşabileceğiniz programları oluşturmanıza zemin hazırlıyor. Bir yerde düşüncenizi ve bakış açınızı yeniden programlamayı öğreniyorsunuz.

İyi alışkanlık oluşturmak veya kötüleri bırakmak gibi konuların yanı sıra otopilottaki gündelik işleri sorgulayıp gözden geçirmenize ve onları fark etmenize yardımcı oluyor. Dönüşüm de burada başlıyor. Alışkanlıkların kimliğimizi inşa eden unsurlar olduğunu görmemiz onları dönüştürmek için çaba sarf etmeyi daha kolay ve mümkün kılıyor. Nasıl biri olmak istediğinizi bilirseniz veya keşfedebilirseniz o zaman bir alışkanlığı sürdürmek nefes almak kadar çabasız olacaktır. Kitap sizi bu çabasızlığa ulaştıracak yollardan bahsediyor.

Alışkanlığın anatomisi: Atomik Alışkanlıklar, alışkanlığın anatomisini ele alıyor. Alışkanlıkların gerekçelerini bütünüyle ifşa ediyor. Alışkanlık nedir, nasıl işler, nasıl iyileşir gibi konuları merak ediyorsanız bu kitap size fayda sağlayacaktır.

Karar anları, arzular, erteleme, sorumluluk alma, rutinler, motivasyonlar, kaygılar, tepkiler, pekiştirme yöntemleri, derinlerde saklı sebepler, ortamın ve gördüklerimizin önemi ve daha nice konu bilimsel yaklaşımlar eşliğinde ele alınıyor bu kitapta.

Atomik Alışkanlıklar; size başlamayı öğretmenin yanı sıra başladığınız şeyi sürdürülebilir kılmanın basit ama çok etkili yöntemlerini de aktarıyor.

Kitabın yazarı James Clear, içerikte bahsettiği her konuyu gerçek deneyimlerinden yola çıkarak harmanlamış ve okuruna aktarmış. Kitabı diğer kişisel gelişim kitaplarından sıyıran da bahsedilenlerin havada kalmaması. Gerçek anlamda uygulanabilir, tekrarı kolay ve etkileyici bir içeriğe sahip. Öğreneceğiniz yöntemleri çevrenizdekilere anlatmak için sabırsızlanabilirsiniz.

James Clear’in alışkanlıklara bakışını etkileyici bulduğumu söyleyebilirim. Psikoloji, nörobilim, sosyoloji, gündelik bilgiler harmanlanmış; herkese hitap eden kullanışlı bir rehber ortaya çıkmış bence. Meraklısına tavsiye edeceğim bir kitap Atomik Alışkanlıklar.

Melisa Parlak

Modern Zamanın Surnâme’si

Surname: Bir Osmanlı Macerası
Surname: Bir Osmanlı Macerası

“Osmanlı döneminde padişah çocuklarının doğum ve sünnet törenleriyle padişah kızlarının düğün törenlerini anlatan manzum, mensur ya da manzum-mensur karışık yazılan eserler” surnâme olarak adlandırılıyor.

Surnâme denilince aklıma ilk önce Seyyid Vehbî’nin yazdığı ve Sultan 3. Ahmed’in oğulları için yapılan sünnet şenliklerini anlattığı eser gelir. Sanatçı Levnî’nin hârikulâde minyatürleriyle bütünleşip anlam kazanan bu eser, şüphesiz Osmanlı el yazmalarının öne çıkan ve en bilinen örneklerinden (18. yy).

Prof. Dr. İskender Pala, yıllardır akademik alanda divan edebiyatı üzerine çalışmalar yapan bir yazar. Şah & Sultan, Od, Mihmandar, Katre-i Matem, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk gibi çok okunan eserlerine son olarak Surnâme’yi ekledi. Yazar, “tarih boyunca zengin bir edebiyat türü olarak geliyor olması, biraz da genç okuyucuya böyle bir geleneğin varlığını anlatmak, hissettirmek” için kitabına bu ismi verdiğini ifade ediyor.

Roman kurgusu, ismiyle müsemma şekilde bir sultanın şehzadeleri için düzenlenen sünnet düğünü etrafında gelişiyor. Doğal mekân olarak payitaht şehri İstanbul’da gelişen olaylar, zaman olarak net bir tarihle ifade edilmese de devlette güç ve iktidar kavgalarının yoğun olduğu ve ekonominin Kanuni dönemindeki gibi parlak olmadığı bir dönemde geçiyor denilebilir. Olaylar, İstanbul’da geçtiği için Fatih öncesi olmadığı muhakkak. Açıkçası yazar için konunun hangi sultanın döneminde geçtiği aslî bir unsur değil:

“…bir kurgu yaptım. Osmanlı’da herhangi bir sultanın düğünü olabilir. Surnâme’nin, düğün kitabı olmak bakımından biraz da sevinç, keyif ve eğlenceye kapı aralayan bir tarafı vardı (…) Kitabı okuyup son sayfaya geldiğinde okurlar bir şeyler öğrenmeli fikrini hep taşıyorum. Osmanlı hayat sistemi içerisinde eğlencenin de var olduğunu ve bunun da belirli bir seviye taşıdığını, bu seviyeyi düşürmek ya da düşürmemek konusunda herkesin kendini sorgulaması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bugünkü topluma, ‘Sizin atalarınız böyle eğlenirdi’, ‘Böyle âşık olurdu’yu göstermek istedim (…) Ben bugünkü okuyucuya kendi kimliklerini ve sahip oldukları değerleri, aslında bulundukları aidiyeti, medeniyet kavramı içerisinde yer aldıkları tarafı ve buradan sıçramalar yaparak geleceğe yürüyüşlerinin nasıl olması gerektiğini anlatıyorum.”

Pala’nın bu eseri de diğer eserleri gibi hacimli. 400 sayfalık romanın sonunda, yararlanılan kaynaklar sıralanmış. Bu kaynakçadan, kurgusal da olsa ilgili tarihi dönemi gerçekçi bir şekilde yansıtmak için Osmanlı saray düğünleri, saat yapımı, iktisadi gelişmeler ve paranın değerinde yapılan değişiklikler (özellikle tağşiş konusu), Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si üzerine ciddi bir ön okuma yapıldığını anlıyoruz.

Bu bilgiler, sadece okumakla yetinilmemiş, satır aralarına aşağıda olduğu gibi başarılı şekilde yerleştirilmiş: “Masada ve duvarlardaki malzeme zenginliğine baktı. Bir saat imalathanesinde olması gereken bütün her şey… Tezgâhtaki saate dokundu. Gözü köşede iki parça pamuğa ilişti. Bunlar guguk sesini dinlerken kulağındaki hassasiyeti sağlayan pamuklara benziyordu… Pamuklara uzandı. Kulaklarını tıkadı. Eline iğnelerden birini alıp ses tellerine uzandı. Zamanın içinde dalıp gitti.”

Sayfaları süsleyen başarılı karakalem çizimlerle de okurun zihnine ve gözüne hitap eden bir anlayışla adeta günümüze uyarlanmış bir surnâme ortaya çıkmış.

Kitap, tekmili otuz bölümden oluşuyor. Her bölümün baş kısmında küçük bir hikayecik yer alıyor. Bu güzel hikayecikler, bölüm öncesi biraz “spoiler” gibi. Roman, bir sabah namazı sonrası oluşturulan ve sultanın hazır bulunduğu divan toplantısıyla başlıyor. Sadrazam yönetimindeki ordu, zaferle neticelenen bir seferden dönmek üzere. Sünnet düğününün tertibine ilişkin vazife taksimi, gündemin öne çıkan maddesi. Yükün kime tevdi edileceği önem arz ediyor. Çünkü vazifeyi alan divan üyesi için bu durum, sultan tarafından bahşedilen ve kendi ikbali adına iyi değerlendirilmesi gereken, adeta başarılı bir satranç hamlesi farz ediliyor. Toplantının tam sona ereceği esnada divana acı bir haber ulaşıyor…

Eser, akıcı, anlaşılır ve bilgilendirici bir üslupla yazılmış. Tarihi roman meraklıları için kaçırılmaması gereken bir roman. İleride bir filme konu olması muhtemel eserlerden biri.

Zübeyr Yıldırım