Hafızanın ve Mekanın İç İçe Geçtiği Bir Anlatı…

Tren Rayları
Tren Rayları

Ketebe’nin Pasaj serisinin dördüncü kitabı olan “Tren Rayları” kısa ama etkileyici bir anlatı. Geçmiş ve şimdi, girift belleklerin duygularında açığa çıkıyor. Bu metin bence ne tam bir söyleşi olabilir ne de bir gezi yazısı. Fotoğraflı ve şiirsel bir deneme denebilir belki. Kesin olan bir şey var ama. Okuruna, anılarla ve anımsamalarla örülmüş kesitli bir yolculuk vadediyor. Bu yolculuğun bol diyaloglu ve fotoğraflı olacağını belirtmekte fayda var.

Tren raylarından ormanlara, tarihten mimariye, geçmişten belleğe uzanan şiirsel bir dokunuş bu. Kings Cross garının etrafında örülmüş, kısa anlatıların birbirini kimi zaman tamamladığı, kimi zaman edebi bir yama işine döndüğü hüzünlü bir sohbet belki de.

O bölge ve yazarların deneyimleri belki de kültürlerini hiç tanımadığımdan başta benim için bir anlam ifade etmiyordu. Fakat bittiğinde tanıştığıma memnun olduğum duygu yüklü bir çalışma bence. O civarda anısı olan, oraları tanıyan insanlar için çok daha fazla şey ifade edecektir diye düşünüyorum.

Sade fakat etkileyici bir çevirisi var. Dilimize İrem Uzunhasanoğlu tarafından henüz kazandırılmış olsa da Tren Rayları dünyada ilk olarak 2011 yılında yayımlanmış. John Berger’in ölümünden tam altı yıl önce. Bu yolculukta Berger’e eşlik eden Kanadalı şair Anne Michaels ise şair olmanın verdiği avantajla metine şiirsel atmosferi dozunda ve tüm doğallığında yayıyor. Kitapta yer alan fotoğraflar ise Tereza Stehlíková’nın kadrajından.

Bu eserin ortaya çıkış hikâyesi de enteresan. Elimizdeki metin 2005 yılında hazırlanan “John Berger: İşte Buluştuğumuz Yer” adlı projenin bir ön çalışmasıymış. Kings Cross garının civarında çıkılan yürüyüşlerden doğan bu metin “Vanishing Points” adıyla sahnelenmiş. Berger ve Michaels bizzat sahne almış.

Son olarak; kitaptan tadımlık bir alıntı: “Hafızalarında trenleri yaşatan son jenerasyon biz olabiliriz.”

Mekan ve hafıza konularına deneysel bir yaklaşım getiren bu metni; trenleri, fotoğrafları ve samimi anlatıları seven herkese tavsiye ederim.

Melisa Parlak

Çizilen Yarı Distopik Bir Dünya…

Empedokles'in Dostları
Empedokles’in Dostları

Atlas Okyanusu kıyısında Antioche adasının iki sakini vardır: Biri çizer Alec, diğer yazar Ève. Yıllardır yalnızlıkları farklı olan bu iki kişiyi, her türlü iletişim kanallarının kesilmesi bir araya getirir. Neden kimse kimseyle iletişime geçemiyordu? Hemen felaket senaryoları yazılmaya başlanır. Alec ise endişelerini günlüğüne yazmaya başlar. Bizler de onun günlüğü sayesinde yaşanan olayları okuruz. Önce nükleer felaketten şüphelenilir. Kente belli sayıda füze fırlatmak isteyen kişilerin olduğu öğrenilir. Tüm dünyada iletişim kanallarının kapanması mantıklı değil. Bu güce sahip kim olabilirdi? Dünyanın en büyük güçleri birbirlerinden şüphelenmeye başlar. Derken, Demosthenes çıkagelir. ABD Başkanı ile görüşür. Kendilerine Empedokles’in Dostları derler. Kendilerini böyle isimlendirmelerinin sebebi ise Antik Yunan dönemine saygı duymalarından. Herhangi bir ulus veya devletin hizmetinde değiller. Amaçları dünya çapında felaketleri engellemek. Nükleer felakette onlardan biri.

Bu kitapta iki insanlık var: Biri görünür, diğeri yeraltında. O görünür olan büyük uygarlıklar bir anda çağdışı kalır. Değerler sıralamaları altüst olur. Çünkü hastalığa ve ölüme müdahale edebilen, tüm dünyada iletişim kanallarını kontrol edebilen teknolojiye sahip Empedokles’in Dostları çıkagelmiştir. Tabi yöneticiler bu kadar büyük güce sahip olan bir grubun tanrılaşma tehlikesinden korkarlar. O güçlü uygarlıkların olduğu dünya masası devrilir. Yöneticilerin güçlerinin gittiğini, halkın endişesinin arttığını, kendini gelişmiş gören uygarlıkların çağ dışı kaldığını görürüz. Peki, nasıl bu kadar güçlü hale geldi bir anda ortaya çıkan Empedokles’in Dostları? İnsanlığın kaygılarına takılmadan ilerlediler. İnsanı değil ölümü düşman bildiler ve ona karşı savaştılar. Okurken ölüme müdahale etmeleri bana başka bir kitabı hatırlattı. Saramago’nun ‘Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’ kitabında ölüm bir anda ortadan kalkar ve yöneticiler ne yapacağını şaşırır. Bakımevlerinden sigortalara, maaşlara varıncaya kadar yaşlılara ne yapılacaktı? Burada da aynı sorun gündeme gelir. Tüm insanlığın elinden ölümü alırsanız neler yaşanır? İşte dünyaya yayılan bu tehlikenin farkında olan, iyilik için insanların arasına kaynaşan Empedokles’in Dostları, felaketi engelledikten sonra gitmeli mi kalmalı mı?

Özetle yazar, elinde nükleer gücü bulunan devletlerin tehlikesini bizlere yansıtıyor. Yeri geldiğinde toplumsal felaketleri örtbas etmek için yöneticilerin yaptıklarını göstererek eleştirisini de yapıyor. Çoğumuzun tarihsel romanlarıyla tanıdığı Maalouf, bu sefer geleceğe yönelik yarı distopik bir dünya çiziyor. Kitaba Empedokles’in fikirlerinin kaynaklık etmesi de insanı araştırmaya sevk ediyor. Bu sebeple kısa ve akıcı olan bu kitaba şans verin derim.

Burcu Keskin

Bir Keşif Yolculuğu…

Pierre Loti
Pierre Loti

Richard M. Berrong’un kaleminden çıkan bu muazzam eser, okurlara unutulmaz bir keşif vadeden bir kitap olarak öne çıkıyor. Louis Marie Julien Viaud, bilinen adıyla Pierre Loti’nin (1850–1923) olağanüstü hayatına dair dokunaklı bir yolculuk sunan bu kitap, sadece egzotik seyahatlerin ötesine geçerek Loti’nin eşsiz ve sıradışı yaşam tarzını da mercek altına alıyor.

Berrong’un titiz anlatımıyla işlenen eser, Loti’nin macera dolu yaşamının derinliklerine iniyor. Egzotik coğrafyalardaki seyahatlerinden çok daha fazlasını sunan kitap, Loti’nin kişisel ve benzersiz hayat tarzını, ilginç tercihlerini ve renkli karakterini detaylı bir şekilde ele alıyor. Yazar, Loti’nin egzotizmin ötesindeki zengin iç dünyasını ve hayat felsefesini okuyucuya aktarıyor.

Pierre Loti’nin yaşamının bu çarpıcı portresi, sadece egzotik seyahatlerle değil, aynı zamanda onun içsel dünyasının derinlikleriyle de dolu. Loti’nin gözalıcı hikayelerini anlamak, Berrong’un ustaca kurguladığı bu eserle mümkün oluyor. Kitap, yazarın dikkat çekici üslubu ve zengin anlatımıyla Loti’nin yaşamına odaklanarak okuyucuyu etkileyici bir keşfe davet ediyor.

Bu eser, yazarın seyahat günceleri, otobiyografik eserleri ve romanları aracılığıyla, Pierre Loti’nin yaşamına derin bir dokunuş sunuyor. Kitap, Loti’nin hayatını sadece edebi eserlerinin ötesinde, kişisel ve duygusal boyutlarıyla ele alarak okuyucuya benzersiz bir perspektif sunuyor. Loti’nin metinlerinin öne çıkmasının temel sebeplerinden biri, yazarın yaşamındaki zengin renkliliğin ve çeşitliliğin, kaleminden dökülen kelimelere yansımasıdır.

Yazar, Loti’nin iç dünyasına dair derinlemesine bir keşfe çıkarak, onun duygusal karmaşıklıklarını ve kişisel deneyimlerini okuyucuya ulaştırıyor. Metinlerin güçlü ve etkileyici olmasının arkasındaki temel dinamik, Loti’nin hayatının karmaşıklığı ve çeşitliliğinin eserlerine olan organik yansımasıdır. Bu kitap, edebi eserlerinin ötesinde bir portre çizerek, yazarın yaşamının özündeki renkleri ve dokuları ortaya koymak suretiyle okuyucuyu büyülemeyi amaçlıyor.

Pierre Loti’nin hayatının farklı boyutları, bu eserde detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Yazar, Loti’nin kostüm balolarından duygusal ilişkilerine, dönemin sanatsal ve entelektüel çevresinden önemli figürlerle kurduğu dostluklara kadar geniş bir yelpazede gezinerek okuyucuya zengin bir portre sunmuştur. Loti’nin Monaco Prensesi Alice ve Romanya Kraliçesi Elisabeth gibi önemli kişilerle kurduğu yakın ilişkiler, yazarın titiz çalışmasıyla detaylandırılmış ve bu ilişkiler, Loti’nin yaşamındaki tartışmalı ve bazıları tarafından “aşırı” görülen yönleriyle birlikte incelenmiştir.

Kitap, Loti’nin sadece edebi eserleriyle değil, aynı zamanda sosyal ilişkileri ve çevresiyle olan etkileşimleriyle de ilgilenerek, yazarın hayatının çeşitliliğini ve karmaşıklığını vurgulamaktadır. Özellikle Monaco Prensesi Alice ve Romanya Kraliçesi Elisabeth gibi önemli figürlerle kurduğu dostluklar, Loti’nin sosyal çevresindeki etkileyici rolünü ortaya koyar. Bu yakın ilişkiler, yazarın yaşamının derinliklerine inerek, okuyucuya Loti’nin hayatındaki çeşitli yönleri anlama fırsatı sunar. Yazarın titizlikle işlediği bu detaylar, Loti’nin yaşamının karmaşıklığını ve renkliliğini daha yakından keşfetme imkanı sağlar.

Kitap, Pierre Loti’nin sadece edebi eserleriyle değil, aynı zamanda yaşamının da büyük bir ilgi çekiciliğine sahip bir şahsiyet olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Proust’un ilham aldığı, Henry James’in “olağanüstü bir dâhi” olarak nitelendirdiği Loti, sadece edebi dünyada değil, aynı zamanda geç dönem Osmanlı ve erken dönem Türkiye tarihinin kültürel dokusuna da önemli izler bırakmış bir figürdür.

Kitap, Loti’nin sıra dışı yaşamını detaylı bir şekilde ele alarak, onun edebi başarılarından ziyade, kişisel hayatının ve çevresindeki etkileşimlerin nasıl bir öneme sahip olduğunu gösteriyor. Proust’un örnek aldığı ve Henry James’in takdir ettiği Loti, sadece edebiyat dünyasında değil, aynı zamanda döneminin kültürel ve tarihi bağlamında da derin etkiler bırakmış bir aydındır. Loti’nin yaşamı, sadece yazdığı kitaplarla değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel katkılarıyla da dikkat çeken bir portre sunar. Kitap, okuyucuya Loti’nin yaşamındaki bu çeşitlilik ve derinlikle ilgili kapsamlı bir anlayış sunarak, yazarın sadece bir romancıdan öte, kültürel bir ikon olduğunu ortaya koymaktadır.

Richard M. Berrong’un yazım üslubu, sadece Pierre Loti’nin yaşamını değil, aynı zamanda kaleme aldığı eserlerini keşfetmeye teşvik eden bir nitelik taşıyor. Bu kitap, okuyucuya keyifli bir okuma deneyimi sunarak Loti’nin genellikle göz ardı edilen eserlerini gün yüzüne çıkarmak amacı güdüyor. Eser, Loti’nin geniş eser koleksiyonunu dikkat çekici bir şekilde sergileyerek, yeni okurları cezbetmeye yönelik bir çaba ortaya koyuyor.

Berrong’un ustalıklı anlatımı, okuyucuyu Loti’nin eserlerinin iç dünyasına çekiyor ve onun yazdığı metinlere duyulan ilgiyi artırıyor. Kitap, Loti’nin yaşamöyküsünü zamansız bir çekicilikle sunarak, onunla aynı dönemde yaşamış veya eserlerinden ilham almış her okur için vazgeçilmez bir kaynak haline geliyor. Berrong’un eseri, Loti’nin edebi mirasını daha geniş bir kitleye ulaştırmayı amaçlayarak, yazarın önemini ve etkisini yeni nesillere taşıma amacını güçlü bir şekilde yansıtıyor.

Pierre Loti, hayatı boyunca birçok kez İstanbul’u ziyaret etmiş ve bu etkileyici şehre ilk adımını 1876 yılında, bir Fransız gemisiyle görevli subay olarak atmış olduğu bilinmektedir. Loti, Osmanlı yaşam biçiminden derinlemesine etkilenmiş ve bu etkileşimi bir dizi eserinde izleyicilere aktarmıştır. İstanbul’a ilk ziyaretinde karşılaştığı bir kadın, Loti’nin ünlü eserlerinden olan “Aziyadé” adlı romana ilham kaynağı olmuştur. Loti’nin İstanbul’a dair yaşadığı deneyimler, onun için sadece gezi değil, aynı zamanda duygusal bir bağ kurduğu bir şehir anlamına gelmiştir. Bu bağlamda, Loti’nin İstanbul’da geçirdiği zamanlarda Eyüp Sultan’da yaşaması, şehre duyduğu hayranlığın somut bir ifadesidir. Kendisini Türk dostu olarak tanımlayan Loti, bu duygularını sadece sözlü ifadelerle değil, aynı zamanda yazılarına da ustaca yansıtmıştır. İstanbul’un mistik atmosferi ve zengin kültürel dokusu, Loti’nin eserlerinde unutulmaz bir şekilde can bulmuş ve onun yaşamıyla iç içe geçmiştir.

1913 yılında yazdığı “La Turquie Agonisante” (Can Çekişen Türkiye) kitabıyla Batı politikalarını eleştiren Loti, aynı yıl Türkiye’ye devlet konuğu olarak geldiğinde Tophane Rıhtımı’nda büyük bir törenle karşılanmış ve Sultan Reşat tarafından sarayda ağırlanmıştır. Loti, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve sonrasında Anadolu’nun işgali sırasında Türkleri savunarak dikkat çekmiştir. Millî Mücadele döneminde Türk direnişine destek vermesi ve işgalci Fransa’ya yönelik sert eleştirileri nedeniyle Türk halkının sempatisini kazanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 4 Ekim 1921’de Loti’ye teşekkürlerini ifade eden bir mektup göndermiştir. 1920 yılında “İstanbul Şehri Fahri Hemşehrisi” olarak kabul edilen Loti adına bir cemiyet kurulmuş, İstanbul’da bir caddeye “Pierre Loti Caddesi” ve Eyüp’te bir kahvehaneye “Pierre Loti Kahvesi” adı verilmiştir. Ayrıca, günümüzde Loti’nin adını taşıyan bir tepe olan Pierre Loti Tepesi’ne ulaşmak için inşa edilen Eyüp – Pierre Loti Teleferik Hattı da bu anlamda adını yaşatmaktadır. İstanbul-Beyoğlu’nda 1942 yılında kurulan Pierre Loti Fransız Lisesi de onun adını taşımaktadır.

Ancak, tüm bu olumlu etkileşimlere rağmen Loti’nin, Türk aydınlarını ikiye bölmüş olduğu da unutulmamalıdır. Bazıları Loti’yi gerçek bir Türk dostu olarak görürken, diğerleri onun aslında Osmanlı’nın zayıf ve geri kalmış halini acıyarak sevdiğini iddia etmişlerdir. Nâzım Hikmet’in 1925 yılında yazdığı “Şarlatan Piyer Loti” şiirinde, bu ikilem dile getirilmiştir.

Hazal Bihter Boylu

Edebiyatta Boğaz Esintileri

Dünyanın birçok yerinde mehtap güzel ve farklı görünür. Ancak mehtaba yaşama üslubu veren, ona bir “ay ışığı musikisi” konduran Boğaziçi’dir. Balık farklı sularda avlanabilir. Gelin görün ki, avın seremoniye dönüşmesi yalnızca Boğaziçi’nde karşımıza çıkar. Lüferin Marmara’ya uğradığını herkes aynı gün öğrenir mesela. Her şehrin mesire yerlerinde seyre çıkılır da sadece İstanbul’da kent sakinleri önceden sözleşmiş gibi aynı vakitlerde aynı mekânlarda rastlaşır. Nitekim pek az coğrafyaya orası gibi hususi bir hayat tarzı nasip olduğundan, ‘Boğaziçi medeniyeti’ adını alır. Ona mahsus kanun ve nizamnameler de beş yüz yıllık bu medeniyetin varlığının delilidir.

Denizin bu inci gerdanlığı, edebiyatta da ifadesini bulur. Divan Edebiyatı’nda beyitlere sızar, halk edebiyatındaysa masalların büyülü dünyasında bize göz kırpar. Ancak en çok roman ve hikâyelerde onun esintilerine rastlanır. Zaten burada insanların fark etmeden bir medeniyet kurduğu fikri Edebiyatçı Abdülhak Şinasi Hisar’a aittir. O, eserlerinde öne sürdüğü delillerle bu fikri kanıtlar. Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Rauf, Refik Halit Karay, Ruşen Eşref Ünaydın, Münevver Ayaşlı da Boğaziçi’nde hayatın kuruluşunu uzunca anlatır. Onların bu konuyu ele alan eserlerinin her biri ayrı ayrı çalışmalara konu olacak hacimde hiç şüphesiz. Biz de sizler için edebiyatta bir Boğaz turuna çıkmak istedik. Beykoz’dan Göksu’ya, Tarabya’dan Rumelihisarı’na İstanbul’un en güzel semtlerini edebiyatta seyreyledik.  

Beykoz’da “Eylül” Üsküdar’da “Huzur”

Edebiyat, konusu hayattan alır kuşkusuz. Ana teması duygularıyla, hayatıyla insandır. Ancak insan mekândan ayrı düşünülemediğinden, edebiyata konu olan kahramanların yaşadıkları yerler de oldukça mühimdir. Hatta bazı roman, şiir ve öyküler doğrudan anlatılan yerin adını alır. Bazılarındaysa kahramanla birlikte bir semtin sokaklarını arşınlarız. Onun dünyası üzerinden yeniden yaşadığımız şehri tanırız bazen de. O cami, çeşme ya da sokakta orayı mesken tutan kahraman düşer aklımıza bu sebeple.

Yeni Türk edebiyatında İstanbul’un izini sürmemiz çok daha kolay. Zira hepimizin zevkle okuduğu roman ve hikâyelerin birçoğunda kahramanların yüreğine İstanbul’un dalgaları vurur. Kimi kitaplardaysa bir muhitin sakinleri, delileri, yabancı ve dilencileri bir aradadır. Anlatılan şehir manzaraları o kadar farklıdır ki, birkaç İstanbul olduğunu bile düşünebiliriz bazen. Böylece her eserde yeniden kurulan bir şehirle karşılaşırız.

Eylül
Eylül

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanıyla başlıyor Boğaz yolculuğumuz. Hepimizin severek okuduğu eser, İstanbul’un kıyılarında gezinir. Ancak mehtabıyla, cami ve yalılarıyla Üsküdar’dır yazarın bizlere en çok anlattığı. Mehmet Rauf’un ‘Eylül’üne baktığımızda ise Beykoz’da soluklanırız. Rauf’un romanında tabiat tasvirinin edebiyattaki yeri doruk noktasına ulaşır. Suad’ı, Beykoz Çayırı’nda düşünceli bir halde denize bakarken görürüz sık sık. Zaten Suad, Beykoz’u izlerken kendi sonbaharını dökülen yapraklarda görür.  Recaizade Mahmut Ekrem’in başyapıtı “Araba Sevdası”ndaysa Göksu ve Küçüksu hayal dünyamızın seyrine sunulur. Bu romanların belki de en büyük ortak yönü hemen hepsinin bir dehlizli yalıda geçmesidir. Yalı sakinleri, çoğunlukla pencerelerinden eşsiz Boğaz’ı izlemenin hazzını yaşar, kimileri de lodostan şikayet eder.

Araba Sevdası
Araba Sevdası

Yolcuğumuz bu kadar kısa değil elbette. Boğaziçi’ni gezip Kanlıca’yı görmemek olur mu hiç? Bu defa bizi oraya ulaştıran Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba”sı. Evliya Çelebi’nin dahi yoğurdunu övdüğü şirin Kanlıca’da soluklanınca sıra Sarıyer’e geliyor. Yemyeşil tepeler, kavaklar ve masmavi gökyüzü… Bizi buraya ulaştıran Refik Halit Karay’ın “İstanbul” isimli hikâyesi. Sarıyer’in o yıllardaki en güzel mekân tasvirini bu eserde okuyoruz. Nabizade Nazım’ın “Hâlâ Güzel” eseriyle de bir sonraki durağımız Bentler oluyor. Bebek, Çubuklu, Çırağan, Baltalimanı ve Beşiktaş’ı ise Salah Birsel ile gezinip kitaplarla Boğaziçi yolcuğumuzu noktalayabiliriz. 

“Çiniden Solmayacak Bahçeler Açmış”

Şiirler / Orhan Veli
Şiirler / Orhan Veli

İstanbul kıyılarının en güzel mihmandarları şüphesiz camilerdir. Neredeyse her semti simgeleyen mabetler hem gönüllere kapılarını açar hem de oraya yolu düşene mütevazı bir selam verir. Denizden gelen iyot kokusu lodosun ılık esintisiyle yüzlere çarpar bu avlularda. Her namaz vakti, eller semaya açıldığında kulaklara çalınan vapur düdüğü ve martı sesleri cemaatin manevî dünyasına ayrı bir renk katar. Bundan olsa gerek edebiyatçıların yolu da sık sık Boğaziçi’nde camilere düşer. Yeni Türk edebiyatında Boğaziçi anlatılırken uhrevî âlemlere davet eden bu güzide mekânlar karşımıza çıkar. Esasen selâtin camilerinin hayatımızdaki yeri gibidir kitaplardaki betimlemeleri. Örneğin Abdülhak Şinasi Hisar, camilerin edebiyattaki yerini teselli, rahmet ve şefkatle açıklarken, Yahya Kemal Beyatlı “çiniden solmayacak bahçeler” olarak tanımlar. Beyatlı ve Tanpınar en çok da Üsküdar’ın mabetlerini anlatır durur. Padişahlar da anne ve eşleri adına yaptırdıkları mescitler için bu muhiti seçer. Bu güzel ayrıntıyı Tanpınar, “Huzur”da şöyle anlatır: “Garip bir tesadüfle Üsküdar’ın bu dört büyük camii aşka, güzelliğe yahut hiç olmazsa annelik duygusuna ithaf edilmişti.”

Camilerin yazarların dünyasında farklı bir yeri olduğu muhakkak. Ancak edebiyatta Boğaziçi anlatılırken yalılar, çeşmeler, meydanlar, sokaklar ve duraklar da hafızalarımıza nakşedilir. Okuduklarımızla zihnimizde yeniden kurulur bu güzide şehir. Ne zaman içimizi burkan bir manzara çıksa karşımıza ona tezat bir mekân tasviri gelir aklımıza. Edebiyatın yaşattığı İstanbul, nostaljiden fazlasını sunar bizlere her daim.

Edebiyatın Baba Evi İstanbul

Gençler için Safahat’tan Seçmeler
Gençler için Safahat’tan Seçmeler

Boğaziçi yalnızca kitaplara ve şiirlere konu olmakla kalmaz. Bununla birlikte edebiyatçıların birçoğunun doğup büyüdüğü semt de Boğaz’dadır: Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Fatih’in Sarıgüzel mevkiinde dünyaya gelir. Necip Fazıl Kısakürek, Çemberlitaş’ta bir ahşap evde dünyaya gözlerini açar ve çocukluğu bu çevrede geçer. Recaizade Mahmut Ekrem, İstinye’de ömür sürer. Yazara kaybettiği oğlu Nijat’ı hatılatan semt de burasıdır. Abdülhak Hamid Tarhan, Bebek’te pembe bir yalıda dünyaya gelir.  Halide Edip Adıvar, ‘Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda Beşiktaş’ta geçen günlerinden söz eder. Ziya Osman Saba, Boğaziçi’nin birçok semtinde şiir yazar. Faruk Nafız Çamlıbel, Orhan Veli Kanık ve Ziya Osman Saba kendilerini “İstanbullu” olarak tanımlar.

Kaynak: Murat Koç, “Yeni Türk Edebiyatında Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti” Eren Yayıncılık, 2005, İstanbul.

“Sahilde Kafka”: Heyecanlı Bir Serüven…

Sahilde Kafka
Sahilde Kafka

1949’da Japonya’nın Kyoto şehrinde doğan Haruki Murakami’nin babası Budist bir din adamı, annesi ise bir tüccarın kızıdır. Gençliğini Kobe’de geçiren Murakami, üniversiteyi Tokyo’da Vaseda Üniversitesi’nden drama eğitimi alarak tamamladı. Eşiyle birlikte bir süre caz bar işleten yazarın kitaplarında, kahramanları vasıtasıyla okuruna sunduğu klasik müziğin kaynağının nereden geldiği de anlaşılabiliyor.

Bir beyzbol maçı izlerken roman yazmaya karar verdiğini söyleyen Murakami, Batı edebiyatıyla yakından ilgilenmiş; sürrealizm, postmodernizm, realizm, büyülü gerçekçilik, bildungsroman, pikaresk roman tarzlarında yazdığı romanlarla Japonya’da birçok ödülün sahibi olmuş. Birçok dile çevrilen kitaplarıyla popüler yazarlar arasına girmiş. Yine yazdığı bir romanı senaryolaştırarak beyaz perdeye aktarmış.

Sahilde Kafka, birçok okurun hızlıca okuyup bitirdiği, ancak sonunda biraz hüsran yaşadığı bir roman. Evet, ben de seri bir şekilde okuyup bitirdim, ancak sonunun hüsran olduğunu söyleyemem. Temelde insanın var oluş mücadelesi içinde birçok badireler atlattıktan sonra bazen başladığı noktaya geri dönüşünü ama bu dönüşünde farklı, olgunlaşmış bir benlik algısıyla dönüşünü bir kurgu eşliğinde işlemiş yazar. Başkahramanın evden kaçışı ve sonunda tekrar eve dönüşü; işte bu yolculuğun anlatısı.

Romanda pek çok kahraman var, ancak 15 yaşındaki Kafka Tamura başkahramanımız. Diğer önemli kahramanlar Nakata, Hoşino, Oşima ve Saeki Hanım ve bir de Karga –Çekçede Kafka, karga demek- adlı delikanlı (Hayali biri de olabilir; Kafka’nın üstbenliği de olabilir.) Hepsinin arka planında hayata aykırı düşmüş yönleri var. 15 yaş itibariyle babası tarafından lanetlenmiş olan Kafka’nın bu lanetiyle yazar, bizi Freud’un da Oedipus Kompleksi (Karmaşası) diye adlandırdığı Kral Oedipus’un mitolojik anlatısına götürüyor. Bu nedenle “Sahilde Kafka”yı okumayı düşünenlere, okumadan önce Sophokles’in “Kral Oedipus”unu okumalarını tavsiye ediyorum.

Kafka Tamura, birçok yönden doğal kabul edilmeyen olaylarla çevreleniyor. Bu noktada insanın kafası karışıyor, sahip olduğu genel ahlak kaideleri çerçevesinde okuduklarıyla çelişkiler yaşıyor. Romanda ensest ilişki, eşcinsellik, cinsellik fazla vurgulanarak normal ile normal olmayan, hayal ile gerçek arasına sıkıştırılmış durumda.

Kitapta Rus yazar Anton Çehov’dan bir alıntı var: “Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa sonunda mutlaka patlaması gerekir.” Oysa kitapta birçok soru işareti bırakmış yazar. Bu yönüyle de eleştirebilirim. Mesela, Nakata’nın çocukluğunda başına gelen olayın nedeni belirtilmemiş. Sonradan da anlaşılabilir cinsten değil. Hiçbir şekilde çıkarım yapamıyorsunuz, muamma olarak kalıyor. Böylesi patlamamış tabancaları görüyorsunuz romanda. Yazarın kullandığı metaforlar daha doğrusu metafor yağmuru diyelim, büyülü gerçekçiliğin ya da fantastik gerçekçiliğin sonucu demek biraz hafif olur. Roman boyunca peşinizi bırakmıyorlar. Farklı âlemler, rüyalar, giriş taşı, âlemler arası yolculuk, iyiler ve kötüler, arafta kalanlar vs. bitmiyor, sonu gelmiyor. Büyülü gerçekçilikte yazar, bir metafor kullandığında bunu okura ne için kullandığını sezdirir; ancak, Murakami’de bu yönden bir nebze cimrilik var diyebilirim. Bir anlamda el yordamıyla anlamaya ve kavramaya, zihninizde bir yerlere oturtmaya çalışıyorsunuz.

Diğer yönden Nakata ve Hoşino’nun yolculuğu ya da yoldaşlığı beni gerçekten etkiledi. Nakata’nın nezaketi ve saflığı, yıllarca her türlü sorumluluktan kaçan Hoşino’yu değiştirip dönüştürüyor. Onun hayatına bir anlam katıyor. İkisinin arkadaşlığı, insanın içini ısıtıyor.

Kedileri çok sevdiğini söyleyen yazar, romanlarında kedileri de kullanıyor. Bu romanda da kedilere yer vermiş Murakami. Başlangıçta kedilerle konuşabilen Nakata’nın bu özelliği, sonrasında Hoşino’ya da geçiyor.

Yazarın müzik sevdasını “Sahilde Kafka” romanında da görüyoruz. Kahramanları vasıtasıyla bize bu romanda özellikle klasik müzik bilgisi ve konseri vermeden geçmiyor.

Yazar, kitapta farklı anlatıcılara yer vermiş. Bazen kahraman anlatıcı, bazen gözlemci bazen de ilahi anlatıcı sözü alıyor. Bu anlamda ustalıklı bir üslup oluşturmuş. Kahramanları birçok açıdan izleyebiliyorsunuz. Sizi okurken fazla yormayan, sade bir dil akışı ve cümle yapısı kullanmış. Böylelikle akıcılığı sağlamış.

Eğer Haruki Murakami’den bir kitap okumadıysanız (bence 18 yaşını da aşmışsanız) bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Tabii yazarın üslubu gereği sonunda bazı soru işaretleri kalacağını göze alıyorsanız, heyecanlı bir serüven sizi bekliyor olacak.

Sevinç Karagöz

Dünya Genişledikçe Yalnızlığı Büyüyen Kalender

Sular Üstünde Gökler Altında
Sular Üstünde Gökler Altında

Butimar’ı okuduktan sonra mutlaka yazarın başka bir eserini daha okumalıyım, dedim. Ve ikinci kitabım ‘Sular Üstünde Gökler Altında’ oldu.

Yolumuz 15. yüzyılda İstanbul’dan İspanya’ya, oradan Güney Amerika’ya çıkar. Kahramanımız, denizleri görmüş İsa Efendi’nin oğlu Yunus Kalender. Aşkına ulaşamayan bu müslüman kâşifin yolu ise hepimizin tanıdığı Kristof Kolomb’a çıkar. Aslında hikaye tanıdıktır. Kolomb yapmak istediği keşifleri devrin liderlerine anlatır. Ancak, Osmanlı hükümdarları dahil hiçbir yöneticiyi hayalleriyle etkileyemez. Ta ki Katolik hükümdarları Kastilyalı İsabella ve Aragonlu Ferdinand’ı üç gemi vermeye ikna edinceye kadar. Aldığı gemilerle Hindistan’a ulaşmanın hayalini kuran Kolomb, 12 Ekim 1492’de Amerika’yı keşfeder ve kızılca kıyamet kopar.

Derine inecek olursak yazar, 15. yüzyılın atmosferini verebilmek için gemi tayfasını ve korsanları özenle işlemiş. Gemicilik, haritacılık anlatılıp devrin önemli isimleri eserleri ile birlikte verilmiştir. Şehirlere, sokaklara, şarkılara ve şiirlere de yer ayırmayı unutmamış.

Kitabı bitirdikten sonra Kristof Kolomb’u biraz daha araştırdım. Tarihe baktığımda yazarın, her bölüm başında belirttiği tarihler gerçekte de Kolomb’un hayatındaki önemli tarihlerdir. Yazarın, kitapta kullandığı keşif gemilerinin isimleri Pinta, Nina ve Santa Maria ise yine Kolomb’un kullandığı gemilerin isimleri olduğunu belirtelim.

Benim için en etkileyici kısım kitabın sonlarına doğru oldu. Keşfin sonuçlarının dini, siyasi ve toplumsal yönleriyle işlenmiş olduğunu görüyoruz. Ne yazık ki, en acıklı mesele sömürgecilik. Bu sebeple Kolomb’un hizmeti İspanya Krallığına mı, ilime mi yoksa Katolik âlemine miydi sorgulamadan edemiyoruz. Bakir toprakları Katolik yapmakta kararlı Kanlı Domingo’nun saçtığı dehşet ise din adamlarının faaliyetleri konusunda hepimizi düşündürecek cinstendi. Doğu batı ikilemine gelecek olursak, bu durumu İsa Efendi ve Kolomb’da analiz edebiliriz. Kalender’in Hıristiyanlar arasında zorlanması bu iki farklılıktan doğuyor.

Okuduğum kitapların bana başka kitapların kapısını aralamasını severim. Araştırma yaparken Kolomb’un notlarının ve mektuplarının yer aldığı eseri ‘Seyir Defterleri’ kitabını öğrendim. Masalların içinde kaybolmaya ihtiyacım var diyorsanız; bu iki kitap sizlere de güzel kapılar açabilir.

Burcu Keskin

Yahudi Tarihine Farklı Bir Yorum

Yahudi Tarihi
Yahudi Tarihi

Yahudiler, tarih boyunca hemen her coğrafyada var olmuş, insanlığı etkileyen birçok gelişmede rol almış etkili bir millet. Hal böyle olunca insanlık tarihinden bahis açıldığında Yahudilere dair fazlasıyla detay olduğu ortada.

Bugüne kadar haklarında çok sayıda tarih kitabı yazıldı. Yazılmaya da devam ediyor. Mahmut Nana’nın “Yahudi Tarihi” eseri de bunlardan biri. Nana’nın ayırıcı vasfı, Arap asıllı bir yazar olması. Konu üzerine yazılmış popüler birçok kitabın bizzat Yahudi ya da Hristiyan asıllı kişiler tarafından yazılmasına alışığız. Arap bir yazarın kaleminden Yahudi Tarihi okumak, bu manada bir farklılık oluşturuyor.

Konu, üç semavi dinin de sahiplendiği paydalar içerdiği için fazlaca tartışmalı alt başlıklar barındırıyor. Dolayısıyla her yazar, ister istemez kendi yetiştiği topluma, inancına ve aldığı değerlere göre sübjektif nitelikler taşıyan eserler ortaya çıkarıyor. Yazar Nana da bu değerlendirme kapsamında. Çeviriyi yapan Ahsen Batur, bunu açıkça ifade ediyor: “Kitabın yazarının Arap olması hasebiyle yer yer aşırı hissi davrandığı zamanlar olmuştur.” Bu sübjektif bakış açısına, konuyu inceleyen başka yazarlarda da rastlanmaktadır. Mesela, yine aynı isimle eser veren Paul Johnson da eserini sunarken “Bu eser, Yahudi tarihinin benim tarafımdan yorumudur. İfade edilen düşünceler ve (varsa) olası yanlışlıklar bana aittir.” şerhini düşmektedir.

“Tarihte Filistin adını ilk kullanan yazar, tarihin babası sayılan Herodot’dur. Herodot, bu ülkeye Syria paleatina adını vermiştir. Ayrıca Aşağı Suriye (Lower Syria) adıyla da biliniyordu. Tevrat’ın ‘Çıkış’ kitabında da Musa’nın Filistin adını kullandığı biliniyor” (s. 15) Nana, 600 sayfalık eserine bu satırlarla, coğrafi olarak Filistin ve civarının tarihini anlatarak başlıyor.

Sonra o bölgelerdeki (Mısır ve Sümer gibi ülkelerin) eski inanışları işleniyor. İbranilerin ortaya çıkışı hakkında oldukça detaylı bilgiler verilmiş. Bunu takiben de soy olarak Tarah, Abram ve İshak gibi atalara ilişkin bilgiler haricinde Yakub, Yusuf, Musa, Davud, Süleyman başlıkları yer alıyor.

Yazar, Filistin ve civarındaki Yahudileri anlatmakla yetinmeyip dünyanın değişik coğrafyalarındaki, mesela Roma İmparatorluğu, Asya, Afrika bölgelerindeki Yahudileri de unutmamış. İslam’ın gelişiyle beraber Müslümanlarla ilişkiler konusu, bizlerin tarih derslerinden bildiğimiz, özellikle Medine dönemi hadiselerinden başlıyor, son olarak Endülüs’te kurulan İslam devleti dönemi dahil uzun yılların gelişmeleri verilerek kitap nihayete eriyor. (Endülüs sonrasından günümüze kadar olan kısım için başka kaynakları taramanız gerekecek.)

Kitapta farklı bölümlerde, işlenen konuyla ilgili bizzat Yahudi kaynaklarına da yer verilmesi okur için önemli olsa gerek. Örneğin, Endülüs dönemi hakkında Nesim Rigvan’ın bir tespiti olduğu gibi aktarılmış: “Ortaçağlar, Yahudi-Müslüman Arap buluşmasının en yoğun ve faydalı olduğu dönemlerdi. Mesela nesillerdir İspanya’da yaşayan Yahudiler daha önceki bazı Hristiyan krallarının elinden çok zulüm ve kötülükler görmüşlerdi. Müslümanlar bu ülkeye gelince Yahudileri maruz kaldıkları zulümden kurtarmakla kalmadılar, aynı zamanda zenginlik ve derinlik yönünden Yahudilerin hiçbir ülke ve çağda ulaşmadıkları kültür seviyesini yakalamaya teşvik ettiler… Yahudiler, tarihte daha önce bir benzerini yakalayamadıkları bu ortam sayesinde -tıpkı Babil Yahudileri gibi- büyük projeleri, önemli çalışmaları gerçekleştirme imkânı yakaladılar.” (s. 580)

Kitabın genelinde, Tevrat gibi Yahudi kaynaklarına ve bunların aksi yönündeki başkaca birçok kaynağa atıf yapılarak bütünün oluşturulması, eserin değerini arttırıyor. Bu çalışma, konunun meraklıları için ve bilhassa karşılaştırmalı olarak okuma yapmayı sevenler için oldukça fazla detay içeriyor. Konuya hâkim olmayanlar içinse bu okumanın, iyi bir zihin egzersizi olacağı muhakkak.

Zübeyr Yıldırım

Mücadelelerine, yaralarına ve zorluklarına rağmen yoluna devam edenlere armağan edilen bir Melody…

İçimdeki Müzik
İçimdeki Müzik

Kahramanımız Melody, harika bir mizah anlayışına sahip, basiretli, şefkatli, cesur ve güzel düşünen on bir yaşında bir kız. Zihni düşüncelerle dolu. Her günün her detayını mucizevi şekilde yakalayıp saklayan bir fotografik hafızaya sahip olan bu kızın, ne yazık ki düşüncelerini seslendirecek bir sesi yok. Fakat daha fazlası var.

Melody, serebral palsi ile doğmuş, beşinci sınıfa giden bir kızdır. Ancak düşünebiliyor ve bunu hiç kimsenin yapmadığı gibi yapıyor. Onun suskun, çoğunlukla etkisiz vücudunun içinde, kavramları ve gerçek bilgileri dehadan başka bir tanım yapılamayacak bir düzeyde kavrayan yüksek bir zihin sıkışıp kalmış. Melody, onu gerçekten tanıma şansı bulamayan birçok gözlemci için çaresiz görünebilir, ancak öğrendiği şeyler için zihinsel kapasite ve halihazırda öğretilenlerin akılda tutulması açısından ölçülürse, o zaman neredeyse tanıdığı herkesi gölgede bırakırdı. Hiç abartmadan, Melody’nin bir mucize olduğunu söyleyebilirim. Melody küçükken ona yan komşusu Violet bakar. Melody’ye yerdeyken nasıl dönebileceğini öğretir. Melody biraz büyüdüğünde ise Violet ona, birisi onu bağlamayı unutursa tekerlekli sandalyesinden nasıl doğru bir şekilde düşeceğini öğretir ve böylece kafasına çarpmadan düşebilir. Özellikle bu ilişki çok etkileyiciydi.

Kitaptaki diğer karakterlerin Melody’yi iletişim kuramadığı için aptal olarak nitelendirdiğini okumak bir okuyucu olarak zordu ve bir anne olarak daha da zordu. Melody’nin düşünce ve fikirleri iletebilmesi çok daha fazlasını gerektiriyor ve kitap boyunca çoğu karakterin Melody’nin niyetini tam olarak anlamadıklarında hayal kırıklığına uğradığını görüyoruz. En basit istekleri iletmek için, o hüsrana uğradıkça ben de hüsrana uğradığımı fark ettim. Melody, iletişim panosunu yükseltme fırsatı bulduğunda bile hâlâ sınırlamalar yaşıyordu. Ama Melody asla pes etmiyordu. Cesareti kırılıyor, sinirleniyor ama buna rağmen zorluklar karşısında gösterdiği azim ve gururun da takdire şayan bir şekilde katlandığını görüyoruz.

Okumaya başladığınızda konu ağır ve hassas olduğu için kayıtsızca okumak çok zor. Aynı zamanda yazar o kadar samimi ve detaylara duyarlı ki, her kelime aktarmak istediği duyguyu tamamıyla karşılıyor. Kitabın orta kısmı biraz sıkıcı ilerliyor ama finali o kadar etkileyici ki umutsuzluktan gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz, güçsüzlükten titremekten kendinizi alamıyorsunuz. Bazen bilmeden takındığımız bencilliğimiz ve sığlığımız hakkında bir kitap olduğunu düşündürdü. Keşke olduğundan daha çok bilinse ve özellikle okullarda zorunlu okuma kitabı olarak belirlense.

Bu incelikle yazılmış kitaplar, orta sınıf romanların sahip olduğu derinliği ve okurlarına empati aşılarken ki zorlu meseleleri çözme yeteneklerini kamçılıyor. Ayrıca kendi önyargılarımızı kontrol etme ve birisini normal kabul ettiğimiz gibi hareket edemediği veya iletişim kuramadığı için yeteneklerine göre nasıl erken yargıladığımızın farkına varmamızı sağlıyor. Bazı bakımlardan üzücü bir farkındalık ama bu kitabın kendi kişisel davranışlar ve bunların nasıl şekillendirilmeleri gerektiğinin farkına varılması üzerine dahice yazılan bir referans olarak görüyorum.

Bizden farklı olan insanlara sempati duyuyor, onlara üzüntü ve kederle yaklaşıyor, çoğu zaman da kendimizi şanslı görüyoruz. Ama özel olan insanların ve yakınlarının beklediği şey sempati değil empatidir. Bu iki kelime arasındaki anlamlı çizginin altını çizmek çok önemli. Bu çizgi unutulmasın diye bu özel duyguyu anlamlı kılarak ifade eden ve bunu tüm insanlığa adayarak ölümsüzleştiren yazar Sharon Draper’a sonsuz sevgilerle…

Fulya Yılmaz

2023 yılında Rusya’da çok çalınan kitap gündem oldu!

Rusya’da en büyük kitapçı zincirlerinden Chitai-Gorod, 2023 yılında en çok çalınan kitabı açıkladı. İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından George Orwell’in en ünlü eserlerinden 1984, 2023 yılında Rusya’da en çok çalınan kitap oldu.

Rusya’nın en büyük kitapçı zincirlerinden Chitai-Gorod, distopik klasiğin bu sene mağazalarından tam olarak 460 defa çalındığını açıkladı. RBC’de yayımlanan açıklamaya göre 1984, zincirin bu yıl en çok sattığı 10 kitap arasında da yer aldı. Rusya’da Ukrayna’nın işgalinden sonra 1984’ün satışlarında artış olsa da, kitap 2010’dan bu yana Rusya’da çok satanlar arasında yer alıyor