Şizoid sanrılar içerisinde bir yazarın gölgesine yazdığı hikaye

Kör Baykuş
Kör Baykuş

Huzursuz bir ruhun, derin kaygılar ve korkular içeren kitabı. Sadık Hidayet, Modern İran Edebiyatı’nın huzur bulmamış ruhu ve bir intihar ile süslenmiş yaralı ve dertli çocuğu. Okuduğum ilk kitabı “Kör Baykuş”, yaralarla acı dolu bir kitap. Kitaplar zihinde değişik duygular bırakır, işte bu kitap da bende karanlık, küflü, korku dolu, nemli, hayal kırıklıkları olan, acılı, yaşama küskün, huzursuz ve melankolik duygular bıraktı.

“Ruhu cüzzam gibi yalnızlıkta yavaşça yiyip bitiren yaralar var hayatta”(s. 7) cümlesiyle başlayan bir kitap çiçekleri, güzellikleri anlatmayacaktır elbette.

Kaç kişi kendi karanlık dünyasını bu derece ifşa edebilir. Kimdir Kör Baykuş? Kendisi mi acaba? “Sadece gölgem için yazıyorum.”(s. 8) ifadesi kendi varlığını mı bu dünyada yadsıyordu. Kendisini kör baykuşa benzetip, “duvardaki gölgem aynı baykuş gibi olmuş, eğilmiş bir şekilde dikkatlice yazdıklarımı okuyordu. O muhakkak iyi anlıyordu. Sadece o anlayabilirdi.”(s. 77) söylemiyle yalnızlığını ve hayata yabancılığını mı anlatıyordu? İran’ın Kafka’sı, böcek değil ama “Baykuş” oluyordu.

Sembollerle dolu bir kitap; “parasını vermek için elimi cebime soktum. İki kıran, bir abbasiden fazla param yoktu. (s. 25)” diyerek neyi anlatmak istiyordu acaba. Kim bilir, belki de Hidayet bir şeylere dikkat çekmek istiyordu. Acaba yaşadığı bir aşk serüveninde iki defa intihar etmesi miydi anlatmak istediği. Kitabın her noktasında geçen “Mavi Nilüferler” neyi temsil ediyordu? Yeniden doğuş muydu anlatmak istediği? Yoksa karanlık dünyasının tek güzelliği miydi?

Kitabı okurken geçmiş, gelecek, şimdi, rüya ve gerçek hepsi birbiri içinde. Anlatılanlar gerçek miydi yoksa afyonun etkisinde şizoid yansımalar mı?

Kitaba baktığımızda hikâyenin ana karakteri ebeveynleriyle sorunludur. Bu sebeple de çevresiyle de sorunlar yaşar. Tabut benzeri odasında yalnız yaşar. Hikâyede anlatıcı yani kendisi vardır, bir kız çocuğu vardır sevmiştir onu sonrasında öldürmüş, parçalara ayırmış, gözlerinin resmini çizmiş ve gömmüştür. Sonra fahişe diye hitap ettiği sütannesinin kızı olan eşi vardır. Bir de gülüşüne sinir olduğu yaşlı eskici ve kasap. İşte tüm hikâyenin karakterleridir bunlar. Hikâyenin sonunda ise tüm erkekler yaşlı eskiciye, bütün kadınlarda tek bir kadına, eşine dönüşür. Varın kitabı okuyun ve şizoid duyguları hissedin derim.

Murat Gökçek

Finans da Tekerrürden İbarettir

Bir Borsa Spekülatörünün Anıları
Bir Borsa Spekülatörünün Anıları

Bir Borsa Spekülatörünün Anıları, basıldığı ilk günden bu yana finans okuryazarlığını geliştirmek gayesiyle oluşturulan okuma listelerinin hep ilk sıralarında yer almış. Bu listelerdeki çoğu kitap zaman geçtikçe güncelliğini koruyamadığı için miadını doldursa da Livermore’ un anıları hep güncelliğini korumuş. Genelde bir başlangıç kitabı olarak önerilir fakat okuyucunun kitaba yeteri kadar nüfuz edebilmesi için borsa tarihindeki bazı kavramlara hakim olması gerektiğini görüyoruz. Fakat günümüz şartlarında internette yapılacak kısa araştırmalarla bile kitaptan yeteri kadar verim alınabileceğini düşünüyorum.

Yatırım alanında, özellikle de bunun borsa ayağı için işin ehillerinin söylediği bir cümle vardır: “iktisat bilgisi, temel ve teknik analizler ne kadar önemliyse de bu işte sabırlı olmak ve soğukkanlı davranmak bütün bunlardan daha önemlidir.” İnsan olarak biz, özellikle para ve yatırım söz konusu olduğunda çokça ders çıkarsak da yaptığımız hataları yineleme eğilimindeyiz. Üstelik bu hataları yinelemenin de çok yaygın bir durum olduğunu bildiğimiz halde. Fakat şunu da biliyoruz ki: büyük başarılara ancak yolunda çokça hatalar yaparak ulaşılabiliyor. Özellikle bu hatalarla başarıya ulaşma olgusu için en müşahhas örnekler yatırım alanında gözlemleniyor. Çünkü bu alanda başarının en kesin göstergesi zenginlik veya sürdürülebilir bir gelir, nakit akışı sağlamak. Dolayısıyla finans alanında öğretilerinin olmasından öte genel olarak hayata dair de güzel mesajları var Livermore’un borsa macerasının.

Borsa söz konusu olduğunda, ilk başta konuya çok yabancı bir okur olarak bu tür anlatıların hayatın dar bir alandaki modellemesi olabileceğini pek düşünmezdim. Fakat kazanma hırsı, kaybetme korkusu, insanın açgözlülüğü, kıskançlık gibi duyguların aslında hayatın en temel duyguları olduğunu ve finans hayatının çarklarının da bu duygular üzerinden döndüğünü görmüş oldum.

Livermore’un anlatısının bir klasiğe dönüşmesi de işte bu yüzden. İnsanın en temel ve değişmez gerçeklerinden bahsediyor oluşu muhtemelen bu kitabı yüzlerce yıl sonrasına da taşıyacaktır.

Bu tür yaşam öykülerinin bizzat yaşayan kişi değil de Lefevre gibi bir gazeteci-yazar tarafından kaleme alınması anlatıyı cazip kılıyor. Ekonomiye çok hafif düzeyde ilgi duyan birinin dahi sıkılmayacağı, akıcı bir anlatım tutturulmuş. Çeviriyi de genel olarak beğendim. Sadece borsa dünyasına dair bazı kavramların Türkçesinin olmayışı beni biraz üzdü. Belki Amerika’daki gibi bir borsa yapılanmasının bizde hiç olmayışı ve bu kavramların bize hiç uğramamış oluşu buna sebep olmuş olabilir.

Hüseyin Furkan Karamekik

Muhteşem Bir Ayna…

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu

“Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik, var olmuş bir zekânın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekânın var olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok.” Peyami Safa

Neden bu kitap? Peyami Safa denince akla hep “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” gelir ancak bu kitabı hemen hatırlayan pek çıkmaz. Bana göre “Türk Edebiyatının Kıymeti Bilinememiş Eserler” başlığı altında adı ön sıralarda yazılması gereken kitaplardan biridir.

Yazarın kaleme aldığı romanları içinde en fazla beğendiğini ifade ettiği romanı olan Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, anlatım tekniği ve olay örgüsü bakımından bütün eleştirmenlerce Türk edebiyatının en ciddi psikolojik romanı kabul edilmektedir.

Eser kâh korkudan ürperdiğiniz kâh bilimsel konularla dağıldığınız kâh rüya-hayal-gerçek anaforunda yolunuzu kaybettiğiniz kâh zihninizi takatsiz bırakan seyriyle sizi sizden alıp uzaklara savuracak bir düşünce kitabıdır bence. İlk etapta size roman gibi gelebilir ama bilinçaltınızdaki detayları maharetle bilincinize yansıtan muhteşem bir aynadır.

Modern roman özelliği de taşıyan bu eser, yazarının bütün eserlerinde olduğu gibi Doğu-Batı sentezini savunur. Peki, Doğu-Batı sentezi nedir? Yazara göre Doğu ruhu, Batı ise maddeyi temsil eder. Ve insan tek başına ne ruh ile ne de madde ile var olabilir. O halde ideal olan ikisinin sentezidir. Bu sentezi eserinde kahramanı Ferit üzerinde kurgular.

Tıp öğrencisi olan Ferit, karşılaştığı bazı olağanüstü olayları bilimsel yollarla açıklayamaz. Bunalımlar yaşar, krizler geçirir; kız arkadaşı Selma ile tartışmaları artar ve bir süre sonra onunla da arası açılır. Bu sıkıntılı günlerde aynı pansiyonda yaşayan arkadaşı Aziz’den büyük destek görür. Teyzesinden yüklü bir miras kalan Ferit, yaşadığı bu sıkıntıları atlatabilmek için Aziz’in de tavsiyesiyle Ada’da bir ev kiralar. Ancak kiraladığı bu ev, bir yıl önce gizemleriyle birlikte ölen Matmazel Noraliya’ya aittir.

Bundan sonrasını da size bırakıyorum. Ancak vakit geçirmek için okumayı düşünürseniz hemen vazgeçin! Özellikle zaman ayırmak, sadece kitaba odaklanmak, sakin kafayla, başka bir şey düşünmeden dikkatle okumak gerekir bu romanı. Yazarın muazzam bir kelime zenginliğine ve lezzetli bir edebi dile sahip olduğunu ifade etmeden geçmeyelim. Peyami Safa’yı okurken yepyeni kelimeler öğrenebildiğimiz gibi bir cümle içerisinde kullanılabilecek en doğru kelimeyi seçebilme yeteneğini de açıkça görebiliyoruz.

Hani bazı kitaplarda okuduğumuz cümleler bizi etkiler de altını çizer veya bir yerlere not alırız ya işte öyle cümlelerle dolu, tekrar tekrar okuyup da her bir kelimenin nasıl da hakkını vere vere yer bulduğunu düşüneceğimiz bir üslupla inşa edilmiş eserdir.

Psikolojiye hükmeden, ayrıca düşündüren eserler okumayı seviyorsanız bu kitabı hemen okuma listenize ekleyin!

Sevinç Karagöz

İnsanın Halleri

Madalyonun İçi
Madalyonun İçi

“Maddenin halleri” deyince, ortaokulda öğretilen temel fen bilgisiyle hemen hatırımıza “katı, sıvı, gaz” hali olduğu gelir. Ya insanın halleri nedir, insan kaç halde bulunur şu yerküre denen garip düzlemde?… Bunun cevabını, hiçbir kuşkuya açık kapı bırakmayacak şekilde vermek mümkün değildir. İnsan çeşitliliği kadar geniş bir duygu ve düşünce ortamında yaşıyoruz. Bunun bir normal konumu var, bir de doğallığından/ amacından sap(tırıl)mış, davranış bozukluğuna evrilmiş halleri var. Böyle bir toplumsal gerçeklik olunca, bireylerarası ilişkiler, olması gereken düzeyden çıkıp, geneli olumsuz etkileyen bir niteliğe dönüşebiliyor. Bu alanda terminolojik bilgisi olanlar, daha esnek, daha yapıcı tavırlar sergileseler de, pireyi deve yaparak sorunu kronik vakaya dönüştürenlere de rastlayabiliyoruz.

“İyi ki psikologlar var, iyi ki psikiyatristler var, iyi ki sosyologlar var,” diyerek bireysel sorumluluğu-muzu, bilim insanlarına devrederek biraz rahatlıyoruz. Bu tür eserleri okuyarak; davranış çeşitliliğini, dışa yansımayan, anlatılmadığından bilemediğimiz, ıstıraplı yaşamları gözlemleyemiyoruz. Biz hep dıştan bakarak yorum ve hüküm üretme kolaycılığına kaçtık. “Madalyonun İçi” ve benzeri kitaplar, bize insanın iç dünyasından kırık nağmeler taşıyor. Benzer yaşanmış hikâyeleri anlatan, en az yirmi kitap okudum. Hepsi de birbirinden çok farklı sorunları aktarıyor. Yeni kitaplara kim bilir ne tür acılar yansıyacak?…

2004 yılından, günümüze kadar 40 baskı yapmış olan bu kitap; 41 bölümden oluşmaktadır. “Bir Psikiyatristin Not Defteri” alt başlığıyla yayınlanmış kitabın sonunda da okurlardan gelen ilginç mektuplar bulunmaktadır.

Bir kitap yorumcusu olarak benim; “Psikoloji” terimiyle ilk tanışma dönemim, 1978 yılında, yani 44 yıl önce Teknik Lise 1. Sınıfta okuduğum yıllar. Daha 14’lü yaşlardayız. Kimin niye öldüğü, kimin, kimi niye, kim adına öldürdüğünün anlaşılamadığı bir anarşi ortamı. Bir yandan, mesleki dersler dahil 17 dersten iyi not almaya uğraşıyoruz, öte yandan da bu olayların tarafı olmamaya gayret ediyoruz. Herkes gibi, bir çocuk olarak beni de tedirgin ediyordu bu durum. O dönemler haliyle internet ortamı yok, bilgisayar ve çok kanallı TV yok. Gazete, kitap ve dergi okurluğum iyiydi. Mahalle esnafına gelen ve benim de aldığım günlük 3-4 gazeteyi takip edebiliyordum. Hiç unutmam, Milliyet Gazetesi’nde bir yazı dizisi başladı ve ilgiyle okumuştum. Hatta kupürlerini kesip saklamıştım. “Terörün yol açtığı ruh hastalıkları, Prof. Dr. Recep Doksat” adlı köşede anlatılan ilginç yaşam hikayeleri beni çok etkilemişti.

Hasta veya danışana; tedavi edici ilaçların yanında, pozitif yaklaşım, onu önemsediğini hissettirerek samimice dinleme ve yatıştırıcı telkinlerin ne kadar etkili olduğunu, anlatımlardan hissedebiliyor-sunuz. Sayfa 123’deki bir seansta; davranışlarından dolayı kendisini suçlu ve günahkâr hisseden bir hastanın, bu takıntısını izole etmek çok olay olmasa gerek. Hekim yazarımızın, “sen ne günahkârsın ne de kafir. Bu sizin durduramadığınız, tamamen sizin dışınızda gelişen, parazit bir düşünce. Yani sancı gibi bir şey. Siz iradenizle sancıyı durdurabilir misiniz?” anlatımı karşısında takıntısını yenmeye niyetlenmesi, teşhis, telkin ve tedavinin nasıl birbirini tamamladığını görebiliyorsunuz. Sayfa 124’de, hastayla karşılıklı sohbet havasında geçen terapi/diyalogdan sonra, yazarımızın; “İnanın Hayri Bey, Tanrı’ya en büyük ibadet, onun yarattığı her şeyi sevmek ve saygı duymaktır. Bir dahaki sefere sizi daha iyi göreceğimden eminim artık” cümlesiyle hastasını uğurlaması; hekimde görevinin hakkını vermenin mutluluğu, hastada ise bir umut ve özgüvenin gelişmesine işarettir.

Sayfa 374’de, okur mektupları bölümünde, “bir deliniz” rumuzuyla yazılan mektup dikkatle okunmaya değer. Mektubunda edebiyatın inceliklerini kullanması yanında, mizah da katabilmesi, iyileşmenin kalitesini yansıtıyor. Kitabı okumuş ve “Memleketimden insan manzaraları” başlığı oluşmuş zihninde. İnsanın anlam ve aidiyet arayışını da kısaca özetlemiş mektubunda.

Sonuçta her mesleğin; bilimsel bilgi birikimi, uzmanlık gerektiren incelikleri, deneyim gerektiren bir yeterlilik ve yetenek alt yapısı olmak zorundadır. Psikiyatrist olmak yalnızca tatlı dille hastayı ikna etmek olmadığı gibi, avukatlık da dava dilekçesi yazmaktan ibaret değildir.

Bireysel veya aile ortamında, psikolojik bir sorunla karşılaşmamış olabilirsiniz; fakat her an karşılaşabileceğiniz dışınızdaki dünyadan haberdar olmak zorundasınız. Birlikte, güvende, mutlu, uyumlu ve huzurlu bir yaşam için, empati kurup, enerjilerimizi ortak bir sinerjiye dönüştürebilmek için bu türde hazır bulduğumuz, metodolojik verileri okumaya ihtiyacımız var.

Ali Riza Malkoç

“Nomos” ve “Toplum Duyarsızlığı”

Kırmızı Pazartesi
Kırmızı Pazartesi

Kitabın konusunun namus kavramı etrafında şekillenmiş olması, size ilk başta namus kelimesinin tanımını bilme ve öğrenme ihtiyacını hissettiriyor. Hakikaten nedir bu namus? Binlerce yıldır dillendirilen bu kavram nedir? Kime göre ve neye göre? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki: namus kelimesi Türkçeye Arapçadan, Arapçaya da Antik Yunandan geçmiştir. “Kurucu ilke” veya “genel ilke” manalarına gelmektedir. Yani toplumu oluşturan bireylerin muhalefet edemeyeceği ilkeler. Peki Türkçedeki anlamı nedir?… En basit haliyle “kadının cinsel davranışları üzerinde sözde erkeğe tanrı tarafından verilmiş denetim hakkı ve cinsel organı üzerinde sözde ilahi buyrukla onaylanmış erkek tahakkümü” anlamında kullanılmaktadır. Namus gerçeğinin toplumlar üzerinde öyle bir etkisi var ki… Binlerce km uzaklıktaki bir yazarın, yaşadığımız toplumun da bir gerçeği olan bu kavram üzerine roman yazması, okuyucuyu doğrudan etkileyen birinci unsur oluyor. Şöyle ki: anlatılan konuya aslında çok da uzak kalmıyor okuyucu… Evet, evet diyor okuyucu… Bu hikayeyi sanki internette bir yerde okumuştum, sanki gazetenin 3. sayfasında böyle bir haberi daha önce görmüştüm, diyebiliyor.
Toplum, namus kavramını kendince sınırının aşılmaması gereken bir olgu olarak kabul etti ve bu sınırı aşana ölüm de olsa ceza verdi ve bu hususu göz göre göre yaptı. Görmedim, duymadım, bilmiyorum… Peki, namus kavramı neden sadece kadınla ilişkilendirilir ki… Kadının toplumda “zayıf olarak görülmesi” kötü olarak nitelendirilen namus kavramına aykırılığın sadece kadın tarafından işlenebileceği manasına mı gelmektedir? Ya da şunu mu diyeceğiz: Namus uğruna bir kadın veya bir adam öldürülebilir mi? Ölüm mü daha ağır yoksa namus mu? Romanın en dikkat çeken yönü şurası: ölümün namus lekesinden daha hafif olarak algılanması ve de toplumun bu gerçek karşısında duyarsızlaşması.

Romanın ikinci bir yönü var ki… Burası tartışılmaya muhtaç ve romanın işlediği bu konunun diğer bazı kavramlara teşmil etmesi muhtemel… Ya da şöyle diyelim: Bu romanın içeriğini oluşturan, toplumun kutsadığı namus kavramı başka bir romanda, başka bir toplum tarafından ve de başka bir kavramla kutsallaştırılıp kırmızı çizgi ilan edilebilir mi? Romanda geçen namus kavramı örneğin başka bir toplumda milliyetçilik, ırk üstünlüğü, inanç farklılığı, zenginlik, dil üstünlüğü gibi kavramlarla açıklanıp bu kavramlar kutsallaştırılabilir mi? Mesela bir toplum ırk üstünlüğünü savunup başkalarını reddedebilir mi? Kendine özgü milliyetçilik tavırlarıyla bütün diğer milliyetleri reddedebilir mi? Zenginliğin o “heybetli duruşunu” kutsayıp, diğer bütün bireyleri dışlayıp her şeyi onlara reva görebilir mi? İnanç farklılığından dolayı insanlar katledilebilir mi? Ya da insan iradesi dışında olan dillerin birisi kutsanıp bunu konuşmayan toplumların bireyleri şeytanlaştırılabilir mi? Kısacası; bir toplum, kendinden olmadığını düşündüğü bir şeye yaşam hakkı vermeyecek mi ya da bu değerlere zıt kişiye ölümü meşru mu görecektir? Peki, bu toplumların kendince kutsallaştırıp kabul ettiği genel bir ilke aslında genel bir ahlak yasasını temsil etmiyorsa, içi kötülük yüklü bir kavram haline gelmişse ya da bir toplumu uyuşturan bir hale gelmişse ne yapacağız. Gene de kutsamaya devam mı edeceğiz?

Romanın üçüncü ve de farklı bir teknikle yazılma konusu var ki… İlk başta böylesine bir teknikle karşılaştığınız için şaşırıyorsunuz, sonra bir bakmışsınız size garip gelen bu husus aslında sizi bizatihi olaya dahil ediyor; romanın mekanları olan meyhanede bulunuyor, sokakta Santiago Nasar’ı bekliyor ya da kasabaya gelecek olan piskoposu limanda karşılıyorsunuz. Kullanılan bu röportaj tekniği sayesinde, konusu cinayet olan bu romana ve olaya okuyucuların adeta bir dedektif gibi odaklanması isteniyor; ama olayın aydınlatılması için uğraşan bir dedektif değil cinayetin bütün detaylarına şahit olan bir dedektif.

Olayın ilginç bir yönü de şu ki: Santiago Nasar öldürülürken hiç kimsenin bir şey yapmaması ya da sizin okuyucu olarak bizatihi olayın içindeyken elinizden bir şey gelmemesi. Muhtemelen romanın okuyucuları düşünce olarak iki zıt gruba ayrılmışlardır. Santiago Nasar’ın öldürülmemesi gerektiğini söyleyip ölüme engel olunacak mı diye kendini romana kaptıranlar, ikinci grup ise “Santiago Nasar namussuzluk yapmıştır ölümü de haketti,” diyenler. Kitabın namus kavramı üzerinde okuyucuları derin bir düşünmeye sevk etme gibi bir görevi de bulunmakta. Bu husus sayfalarca açıklanmaya muhtaç bir konu. Ciddi manada irdelenmesi gerek okuyucu tarafından.

Gabriel Garcia Marquez, bu romanında anlam karmaşasına çok mahal vermeden, doğrudan okuyucunun anlayabileceği türden söylemek istediğini söylemiştir. Çok karakter yoktur, süslü kelimeler fazla yoktur, çok çok farklı zaman ve mekanlar yoktur. Zaman ve mekan kavramı birkaç günlük zaman dilimine, mekanlar da küçük bir kasabaya sıkıştırılmıştır. Roman başlandığı gibi bitirilen türlerden bir romandır. Kitabı okurken kafanızda farklı farklı şüpheler oluşmaz. Ortada bir namus meselesi var ve bu namus meselesinin cinayetle sonuçlanması var. Okuyucuya bırakılan tek konu: Toplum duyarsızlığıdır.

Abdulkadir Yağmuroğlu

Türkistan’ın Kalbine Seyahat

Türkistan'ın Kalbine Örülen Ağlar
Türkistan’ın Kalbine Örülen Ağlar

Eser, bir tür seyahat notlarından vücuda getirilmiştir. İngiliz Gazeteci George Dobson’un St. Petersburg’dan Semerkant’a kadar yaptığı yolculuk boyunca, Times gazetesine yazdığı mektupların derlenmesiyle oluşmuştur. Aslında bu eser, trenle yapılan bir seyahat olmasından ötürü bir demiryolu betimlemesidir. Seyahat boyunca uğramış olduğu bölgeler hakkında da siyasi, dini, sosyal ve ekonomik alanlarda bilgiler verilmiştir. Bu noktada, hemen hemen tarihin tüm zamanlarında en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Semerkant ile ilgili dini ve tarihi yapılarla ilgili konulara ayrıca yer verilmiştir.

Günümüzde, ne kadar sıradan geliyorsa da tren ve demiryolu hattı, dünya tarihinde bir dönem önemli bir güç gösterisi olarak kullanılıyordu. Demiryolu hattı devletler açısından öncelikle ulaşım, sonrasında ticari ve askeri olarak önemli bir yer edinmekteydi. Kullanımı konusunda uzun yıllar boyunca takip eden gelişim evresi, ekonomik ve siyasi tutumun yanında artık turistik ve kültürel taşınma serüveninin de bir taşıyıcısı oldu. Ele almış olduğumuz kitabın yazarı George Dobson da bu fantastik amaca hizmet etmiş oldu. Yazarını da kısaca tanıtmakta fayda görüyorum:

George Dobson hakkında kısıtlı bilgiye sahibiz. Kitabın tanıtım kısmında ifade edildiği gibi, 1854 Londra doğumludur ve muhabirlik ile başladığı iş hayatı, sekreterlik ve ardından Londra’daki Rusya Birleşik Basın Ajansı’nda, sonrasında konsolos yardımcılığı gibi çeşitli üst düzey görevlerde bulunmakla devam etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere aile kökleri tam olarak bilinmemekle birlikte saygın bir çevrede yetiştiği düşünülüyor (iç kapak arkası tanıtım yazısı). Kitabı incelerken Dobson’un bizim literatürde 93 Harbi olarak adlandırdığımız, Osmanlı-Rus Savaşı’nda (1877-78) görev aldığı bilgisi ile karşılaştım. Bu savaşta görev almasını, Dobson’un kariyerinin dönüm noktası olarak görmeme neden oldu. Zira bu süreçte ele almış olduğu kısa notlar, bu muhteşem kitaba dönüşümüne olanak sağladı.

Demiryolu faaliyetleri denildiğinde, dünya üzerinde tarihin bildiği zamandan beri en geniş topraklara sahip olan Rusya akla gelmektedir. Rusya denildiğinde de, tarihin hangi zamanı olursa olsun siyasi politikaları söz konusu edilir. Bu kitabın oluşmasındaki önemli nokta, tam olarak Rusya’nın 1880’de yapımına başladıkları Hazar Ötesi Demiryolunun 1888 yılında Semerkant’taki açılışı odak noktasıdır. Kitabın yazarı Dobson da St. Petersburg’dan yola çıkarak, Moskova- Kafkaslar- Hazar Denizi- Uzun Ada- Göktepe- Merv- Semerkant- Buhara- Merv güzergahı üzerindeki önemli durak noktaları, şehir ve kasabalar ile ilgili tasvirlere önem vermiştir. Buna güzel bir örnek olarak; “Demiryolu, harabe evler ve ibadethaneler, çökmüş toprak kaleler, yıkılmaya yüz tutmuş kervansaraylar ve her türlü yapının oluşturduğu çarpıcı bir keşmekeşliğin arasında yol almaktadır. Ufalanan tuğla ve çamur yapıların oluşturduğu yığınlar ve bu yapı harabeleri ovayı millerce kare boyunca sıkı sıkıya kaplamıştır. Bu devasa harabe alanı bazen Merv olarak adlandırılıyorsa da burada en az dört şehrin kalıntıları vardır.” (s. 99.)

Yazarın anlatım dili de oldukça akıcı olduğundan; ayrıca çevirmenin maharetine de değinmek, okuma esnasında su gibi akan başarılı bir çeviri olduğundan bahsetmek elzemdir. Yazarın eserinde Semerkant bölümündeki gözlemlerine bakıldığında da, “Avrupa Rusya’sındaki birçok demiryolunun uygunsuz yapısı, sıklıkla bu hatların diktatör Nikolas tarafından başlangıçta benimsediği kalem ve silgi inşaat prensibi ile izah olunmaktadır.” (s. 112.) Bu ifade, hangi açıdan bakıldığına göre farklı açılardan yorumlanabilir görünüyor. Bir nevi eleştiri de olabilir. Gezisi sırasında sadece bölgelerle ilgili bilgilerin haricinde, Rusya’nın demiryolu güzergahını takip ederken siyasi ve askeri durumu ile ilgili de ifadeleri de bulunuyor. Buna örnek olarak; “Hazar Ötesi’nde daimi olarak konuşlandırılmış Rus askerlerinin sayısı sıklıkla bir yandan çok küçümsendiği, bazen de olduğundan hayli fazla gösterildiği için, burada Afgan sınırı, Semerkant ve Taşkent de dahil olmak üzere demiryolu boyunca bütün noktalarda konuşlanmış askerlere dair doğru bilgileri vermek faydalı olacaktır. … Rusların Hazar Ötesi, Buhara ve Semerkant’taki toplam asker sayısı 16.000’dir.” (s. 124.)

Mesela bazı noktalarda Londra ile Rusya’yı mukayese ettiği söylemleri ile karşılaşıyoruz. Sayfa 125’te; “Buralarda suyun kesilmesi, suyun ücretinin ödenmemesi nedeniyle Londra’da suyun kesilmesinden çok daha ciddi bir felakettir.” der. Eser boyunca ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Dobson, oldukça bilinçli bir seyahat kaydediyor ve Rusları gerçekten iyi tanıdığını da satırlarında okuyuculara belli ediyor. Kitabın kapağı açılır açılmaz, sonuna kadar Dobson ve onun çoğu satırda ilginç ifadeleriyle harikulade bir seyahate çıkmış oluyorsunuz. Bölgelere aşina olanlar için de farklı bir deneyim olacaktır. Okurlar tarafından tercih edildiğinde baştan sona kadar keyifle okunacağının teminatını vermekte beis görmüyorum.
Tarihte önemi yadsınamaz olan Rusları ve onların Orta Asya’da öncelikle ulaşım, askeri ve siyasi olarak nüfuzunu, ayrıca seyahat edilen dönemin toplumsal ve yerleşim kültürlerini de ortaya koyan şahane bir kaynak eser olduğunu ifade etmek mümkündür.

Münevver Adıgüzel

Hayatın akışında dikkatten kaçan konuların yeniden gündeme getirilmesi açısından harika bir kaynak

Kumkurdu Serisi Seti
Kumkurdu Serisi Seti

Kumkurdu, her çocuğun yalnız dünyasındaki hayali arkadaşı diyebiliriz. Baskıladığı veya baskılanan düşüncelerin sığınma noktası, ses alanı, yaşam merkezi… Büyüdükten sonra hemen hemen hepimizin çok pis bir huyu var: çocuk olmayı unutmak. Bizler çocukken neyde ne kadar bocaladığımızı, bazı soruları sormayı neden ve nasıl bıraktığımızı unutmuş gibi yaşıyoruz ve bu da tıpkı Kumkurdu’nun dönüşüm hikayesinde olduğu gibi her seferinde başka bir şeye evriliyor. Yani önce dağa dönüşen Kumkurdu, volkana dönüştüğü zaman bir dağ gibi davranamıyor artık. Bizler dahi okuyucu olarak Kumkurdu’nu kumkurdu olduktan sonra tanıdığımız için dağ olarak hayal edemiyoruz.

Geleceğin temeli atılıyor çocuk eğitiminde. Bencil kararlarla hayata dahil edilen çocukları öylece kendi haline bıraktığımızda, nelerle boğuştuğunu görmemiz açısından fena bir örnek sayılmaz aslında bu kitaplar. Elbette eleştirel düşünceye teşvik eden ve çocuklara arkadaşlık edecek bir seri aynı zamanda. Bu anlamda alınması ve hediye edilmesi kesinlikle tavsiye edilebilir. Hatta çocukları düşünmeye zorlayan kitaplar tercih edin ki, tek başına broşür dahi okusa alt metnini görebilsin.

Yetişkinler olarak sırtımızda geleceğin sorumluluğunu taşıyoruz. Çocukların sorularına verdiğimiz cevaplar onlarda bir iz olarak kalıyor. Eksiklikler, kimi zaman derin travmalara neden olabiliyor. Özellikle ebeveynler, çocukların onları ebeveyn dışında bir kimlikle göremediğini bilmeli. Yoğun çalışıyorsanız “yoğunum, çalışmam lazım,” demek yeterli değil. Çünkü, çocuğun dünyasında bunun bir karşılığı yok. Çalışmanın farklı motivasyonları olduğunu veya paraya ihtiyaç duyduğunuzu, her şeyden evvel paranın dünyadaki yerinin farkında değil. Onu hayatınızın içine gerçek anlamda alıp ebeveyn değilken neler yaptığınızı göstermelisiniz. O zaman, bunun kendisiyle ilgili bir mesele olmadığını ve hayatın içinde bunun dışında da var olduğunuzu görecektir. Kendinize sorun. Ebeveynlerinizin anne veya baba -veya her ne konumdaysalar- ilk kez ne zaman bir insan olduğunu, hatalarıyla doğrularıyla belli bir yaşam tarzı benimsediğini ve hatta aslında bu kaynaktan gelen her bilginin doğru olmayabileceğini ilk ne zaman fark ettiniz? Buradan pay biçin. Ne kadar erken görülürse o kadar iyi. Çocuklar yetişkin hayatında bu duruma dahil olunca, büyük fedakarlıklar yapıp ona iyilik yapmış olmuyoruz. Çocuklar er ya da geç bunu öğreniyor. Geçişin çok sert olmaması için ilk andan “nasılsa çocuk” mantığıyla hareket etmemek gerektiğini düşünüyorum. Çocuğun düşünebilen, karar alabilen ve en önemlisi hayatına şekil verip bir kalıp yaratan bireyler olduğunu hatırlayın. Kitapta da olduğu gibi çocukları sorularla baş başa bırakmamalı. Eğer kendinize zaman ayırmaya ihtiyaç duyuyorsanız, çocuğunuza bunu verebiliyor olmanız lazım. Birey olarak sizi görmesini sağlayın. O zaman bu kitaptaki çoğu konuda bir Kumkurdu’na ihtiyacı kalmaz. Eminim ki, bu kitabı okuyup da çocuklarını ne derin bir yalnızlığa mahkum ettiklerini görenler, en az benim kadar üzülecekler. Çözüm hem de söylediğim kadar basitken…

Bu kitapta, hem çocuğa hem de yetişkine dışarıdan bakma fırsatı bulabiliyorsunuz. Öz eleştiri yapılırsa pek çok şeyi değiştirme, güzelleştirme, ruhu özgürleştirme gücü var bu serinin. Çocuklara verdiğiniz cevaplar sizin açınızdan yeterli gibi görünebilir. Ancak, onun sizin sahip olduğunuz yaşanmışlığa sahip olmadığına dair bir aydınlanmaya ihtiyacınız oluyor her zaman. Hayatın akışında unutuverdiğimiz o soruları, belki yetişkin olarak kendimize sormak ve vazgeçtiğimiz sorulara yanıt bulmak bizim de hoşumuza gider. Zıt kavramlar üzerine yeniden düşünmek hayatta pek çok şeye yeniden bakmaya, bazı şeyleri daha net görmeye neden olabilir. Aşk, ölüm, ikili ilişkiler gibi yetişkinken bile içinde kaybolduğumuz soyut kavramları, bir çocuk gözüyle yeniden görmek içinizdeki çocuğa dokunuyor.

Kumkurdu Zackarina’yı hayata hazırlayan sensai, bir bilge rehber edasıyla sakince pencere açıyor ona. Yalnız burada ufak bir uyarı yapmak isterim. Ben Kumkurdu’nun dominantlığının Zackarina’nın kendini tanımasına, olayları kavrama noktasında sesini bulmasına engel olduğunu düşündüm çok kez. Yani çocuğunuzla sesli okuma yapıp, bölüm sonlarında sorular sorarak o Kumkurdu olsaydı nasıl cevap verirdi, Zackarina gibi merak ettiği şeyler var mı gibi sorularla tek yönlü düşünceyi benimsemeyi, karar aşamasında birine bağlı olma eğilimini bir nebze de olsa engellemiş olursunuz. Bu, gözlem yapmak ve unutulan, hayatın akışında dikkatten kaçan konuların yeniden gündeme getirilmesi, farkındalık yaratılması açısından harika bir kaynak ama düşünce meselesi biraz tehlikeli. Dışa bağımlı olması, özgürleşmenin önünde engel.

Kapak tasarımı inanılmaz çekici, zengin. Zaten orijinalinden birebir alınmış. Ancak boyut açısından çocuk için de yetişkin için de ideal. Okuması çok keyifliydi. Çeviri oldukça kaliteli. Kesinlikle alınca üzmeyecek cinsten bir seri.

Nurçin Metingil

Savaşın Modern Gemileri

Modern Harp Gemileri
Modern Harp Gemileri

İnsanlar, klasik manada ilk gemiyi yaptıklarından bugüne kadar denizde kendilerine uzakları yakın eden bu vasıtaları geliştirmesini bildiler. Ama 19. yüzyıla gelindiğinde deniz vasıtalarındaki teknolojik gelişim, Sanayi İnkılabının da rüzgarını arkasına alarak, muazzam bir ivme kazandı. Harp sanayisindeki ilerlemeler sayesinde gemiler; adeta savaşın dehşetini karalara yakın eden, yeri geldiğinde bir ada cesametiyle düşmanın karasularını tahakküm altına alan, yüksek ateş gücüyle her orduyu zafere ulaştırabilecek bir güce erişti. Peki, insanlık tarihi düşünüldüğünde oldukça kısa denilebilecek bir zaman dilimindeki (1850’den günümüze kadar) bu hızlı değişim nasıl gerçekleşti? Ele alacağımız “Modern Harp Gemileri” isimli eser bu soruya cevap arar.

Eser, her ne kadar böylesine mütevazı bir soruya cevap arıyor gibi gözükse de, ele alınan araştırmanın altyapısı incelendiğinde fazlasını içerdiği görülür. Bir kere eserle hedeflenen amaçlar çok katmanlı yapısıyla dikkat çeker. İlk aşamada eser, araştırılan konu üzerinde akademik yönelimi olmayan, denize tatil bölgesi mesabesinde bakan okura tarihi malumat kazandırır. Özellikle, objelerin tarihine dokümanter şekilde yaklaşarak ilgiyi merkeze çeken tarihi anlayışın hız kazandığı dönemimizde, geminin tarihini irdelemenin okurun ufkunu açacağını düşünmek gayet makuldür. Fakat gerek akademik gerekse de belgesel tarzı olarak, nesnelerin tarihine yönelen eserlerin ülkemizde fazla olduğu söylenemez. Ayrıca üç tarafı denizlerle çevrili, tarihi deniz zaferleriyle dolu bir milletin gemilere pek de öyle olmazsa olmaz gözüyle baktığı görülmez. Bu yüzden eserin gemiye ve denize olan ilgiyi arttırmak ve alandaki boşluğu doldurmak gayesiyle yazıldığını söylemek yanlış olmaz.

Teknolojik gelişimin hızlı bir biçimde yaşanması, terminoloji bakımından yeninin artışına neden olur. Bununla birlikte eskinin kemikleşmiş terimleri yenidünyada kendisine yer bulmak ister. Denizlerdeki hızlı değişimde de bu tarz terimsel karışımlar söz konusudur. Klasik gemilerden modern platformlara geçen süreçte bu tarz değişimler ilk kez kendisini sözlüklerde gösterir. Bu açıdan eserin gemicilik alanında eski-yeni-değişim üçgeninde önemli bir görevi ifa ederek bilgileri standardize ettiği savunulabilir.

Tabii denizler mevzu olduğunda, modern harp gemilerine gelinceye kadarki sürecin netleştirilmesi gerekir. Denizin, geminin ve harbin kesişim tarihinin bilinmesinin konuya yeterli bir ısınma sağlayacağı gibi konunun ana hatlarını da ortaya koyacağı muhakkaktır. Ayrıca eski ve yeninin mukayesesinin fazlasıyla didaktik olduğu düşünüldüğünde, konuya başlamadan önce malumat açısından zengin bir girişe gereksinim vardır. Bu sebeplerden hareketle yazar eserin birinci bölümüne “Gemicilik ve Deniz Harbi” başlığını vererek konuya giriş yapar.

Girişle (Birinci bölüm: Gemicilik ve Deniz Harbi) birlikte yazarın harp gemilerindeki gelişimi dört basamağa (İkinci Bölüm: Suüstü Gemileri, Üçüncü Bölüm: Sualtındaki Sinsi Güç, Dördüncü Bölüm: Uçak Gemileri ve Amfibi Gemiler) böldüğü fark edilir. Basitten karmaşığa evrilen bu sürecin, yazar tarafından bu şekilde ele alınmasının önemi eser okundukça fark edilir. Zira gemilerin teknik gelişimleri düşünüldüğünde, son aşamaya gelinceye kadarki süreç göründüğünden daha karmaşıktır. Denizde silahlarıyla donanmış her geminin, sırf benzer işlevi görüyor diye aynı etiketi aldığı malumdur. Oysaki her deniz platformu, farklı amaçların tahakkukunu sağlayacak şekilde gelişerek donanmanın ayrı bir işlevini yerine getirmek kastıyla değişir. Harp gemisi; kruvazör, firkateyn, torpidobot, korvet, hücumbot vb. şekillerde farklılaşır. Bu bağlamda donanmanın her bir bileşeni, tarihi rolü ve harp tecrübesi paralelinde anlatılır.

Gemicilik veya denizciliğin kendisine has bir dili, terminolojisi vardır. Üstelik bu dile alışmak öyle kolay değildir. Geminin bütün bölümleri ve gemide yapılan işlemler farklı şekilde isimlendirilir. En basitinden denizi konu eden tarihi romanda bile bu terminoloji insanı yorar. Ele aldığımız eserin akademik yapısı olduğu düşünüldüğünde dilin daha ağır olacağı tahmin edilebilir. Fakat bahsettiğimiz eserde bu sert dil ustaca yumuşatılır. Dipnotlarla verilen bilgilendirmeler ilk aşamada kolaylık sağlar. Alanın terminolojisine ait terimlerden bazılarının sık tekrar edilmesi, anlaşılmazlığının tekrarla ortadan kaldırılmasına neden olur ve beraberinde öğrenmeyi getirir. Yani kısaca eserin son sayfası kapatıldığında okura güzel bir denizcilik terminolojisi miras kalır.

Geminin tarihine vakıf olmak bir yerde denizin tarihini anlamaktır. Yazarın bu konuda da üzerine düşeni layıkıyla yaptığını belirtmek gerekir. Tarihi referans noktaları, gemilere etkisi bakımından, konuyla eşgüdümlü olarak gayet bilgilendirici bir formatta sunulur. Denizin savaşlarda başlı başına ayrı, hatta yeri geldiğinde en güçlü cephe oluşu vurgulanır. Yıllar süren denizlerdeki hakimiyet mücadelesinin köşe başlarında hangi stratejik hamlelerin olduğunu görmek okur için yeni tecrübedir. Devletlerin, Mahan’ın deniz hakimiyeti teorisini gerçekleştirmek uğruna ortaya koydukları performans ise uzayın fethiyle eş tutulacak bir yapıdadır. Uzayla denizin fethindeki benzerlikler, uçsuz bucaksız okyanuslara hükmetmeye çalışan insanoğlunun hikayesinden anlaşılabilir.

Denizlere hâkim olanın insan olmasına rağmen, gemilerdeki yaşama haklı olarak eserde yer verilmemiştir. İlk aşamada eseri eline alan okurun böyle bir beklentisi olabilir. Zira deniz harp tarihiyle ilgili belgesel özelliği gösteren görsel malzemelerde ya da yazılı metinlerde gemideki yaşama yer verilir ve böylelikle konuya ayrı bir albeni ya da çeşni katma yolu izlenir. Oysaki buna gerek yoktur. İnsan tarihe dair akademik eserler için bile fazlasıyla ele avuca sığmaz bir kavramdır. İşin içine anıların ve öykülerin girdiği bir anlatımda, nesnenin rolü bazen sıfıra iner ve bu da bağlamdan uzaklaşmaya neden olur. Bu yüzden yazarın insan konusundaki sükûtuna hak vermek lazımdır.

Eserin alanının fazlasıyla bakir olduğu ilk aşamada gözden kaçmaz. Zira ele aldığımız eserin benzerini elimizdeki literatürde bulmak güçtür. Konuyla ilgili savunma sanayiini ve askeri tarihi ilgilendiren akademik makalelerin bulunduğunu söylemek mümkündür. Ama geniş kapsamlı okur kitlesi için eserin benzerinin olduğunu savunmak zordur. Nesnel bilgi aktarımıyla Batı’daki benzerlerinden geri kalmayan eserin, askeri tarih açısından kıymetli bir kaynak olduğunu söylemek abartı değildir. Hatta deniz harp okullarında okuyan öğrenciler için nitelikli bir ön okuma olacağı kolaylıkla tahmin edilebilir.

Sonuç olarak, eserde anlatılan her bir deniz harp platformu hakkında detaylı bilgi edinmek mümkündür. Çünkü ele alınan her bir platform tüm yönleriyle masaya yatırılmıştır. Adeta bir insan gibi tasvir edilen gemilerin boyları, enleri, ağırlıkları, süratleri, mürettebat sayıları, savaş güçleri, tarihi operasyonel faaliyetleri, savunma özellikleri vb. belirtilmiştir. Bu çok yönlü ve zengin anlatım sayesinde okurun ciddi bir bilgi birikimine erişeceğini ifade edebiliriz.

Zafer Saraç

Vedat Milor’den Hayata Dair Paylaşımlar

Hesap Lütfen
Hesap Lütfen

Vedat Milor, bir zamanlar NTV’de düzenli olarak yaptığı yemek programlarıyla geniş kitlelerce tanınır olmuştu. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilde, gittiği yerin tanınmış lokantalarını, restoranlarını dolaşarak yemek kültürümüze önemli katkılar yapmıştı. Yemek konusu, uzmanlıklarından sadece birisi aslında. Kendisi, Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Ekonomi mezunu, yurtdışında yüksek lisans ve doktora yapmış. Sosyoloji eğitimi almış. Bunlarla yetinmemiş Stanford’da Hukuk okumuş. Ülkemizde ve ABD’de öğretim üyeliği yapmış.

Milor, 2021’de ilk baskısını yapan “Hesap Lütfen!” kitabında, kendisiyle yapılmış röportajlardan oluşan bir içerikle karşımızda. Baştan belirtelim, içinde gastronomi konularına, Nusret’e, Ferit Şahenk’in restoranına, yazı başına on bin dolar alan dünyaca tanınmış bir gastronomi uzmanına (…) dair detaylar geçse de bu kitap bir gastronomi kitabı değil. Hayatta insanlara dayatılan bazı değerleri, yaşam tarzları üzerine yapılan zorlamaları, bunların arkasındaki ikiyüzlülüğü, sahtelikleri ve bunlara muhatap olanların yaşadığı ikilemleri, çatışmaları, kitabın ana eksenine alıyor. Yazar, kendi yaşadığı örnekler üzerinden sohbetini akıcı bir şekilde sürdürüyor. Her konuya çözüm bulma iddiasında değil. Tecrübelerini, hayal kırıklıklarını, başarısızlıklarını ve arayışlarında ulaştığı çözümleri, ne yapılması gerektiğini dikte etmeyen bir üslupla aktarıyor. Ömrünün farklı dönemlerinde ABD’de, Avrupa’da ve ülkemizde yaşıyor olması, sorulara verdiği cevaplarda gerçekçi karşılaştırma yapma zeminini kolaylaştırmış. Eserin hitap ettiği kitlenin, değişime, farklı fikirlere açık olan insanlar ve özellikle gençler olduğunu söyleyebiliriz.

Milor, sekiz ana bölüme ayrılan çalışmasında, bireysel olarak görünse de özgüvensizlik ve değersizlik gibi gerçekte toplumsal olan belli sorunların, kültürümüzde mevcut bazı kalıplardan, yargılardan kaynaklandığına değiniyor. Bir insanın ve genelde bir toplumun, aile yaşantısından itibaren nasıl bozulabileceğini sosyo-ekonomik bir perspektiften anlatıyor. Hayatta var olan problemlere rağmen topluma küsüp içe kapanmak yerine özgüvenle ve özsaygıyla üretmeyi, iletişime devam etmeyi, zevk aldığımız uğraşılarla ilgilenmeyi, makul beklentilerle hayata devam etmeyi öğütlüyor. Kitabın ismindeki alt başlığa uygun olarak insanın kendi dengesini bulması noktasında, herkesi memnun etme düşüncesinin hayatı zorlaştırabileceğini, yaşanılan ânı ertelememeyi, öncelikleri (kırmızı çizgileri) iyi belirlemeyi, bunları yaparken de egoist davranmamayı, sağduyulu olmayı salık veriyor.

“Anadilimiz dışında lisanlar bilmek bugün yaşadığımız dünya için olmazsa olmazımızdır. Dünyaya evrensel bir duyguyla adapte olmak adına bilhassa yabancı basını takip etmeli, gezegenimizde neler olup bittiğini farklı kaynaklardan bilgileri kıyaslayarak öğrenmeliyiz. Ülkemiz bilgi ekosistemi açısından dünyanın epey gerisinde ve çoğu zaman manipüle edilmiş kirli bilgilerin ortasında doğruyu ve gerçeği arama savaşı veriyoruz. Yine birçok akademik alanda yerli bilgi kaynağımız kısıtlı; dünyanın bütünüyle değil, yalnızca yaşadığımız yerle iletişimde olduğumuzda, çaresi yok, çağın gerisinde kalıyoruz.” (s. 81)

“Siz, bilmeyenler kadar ses çıkarmadıkça, niteliğinizin farkına varamayacaklar ve anlaşılmadığınızı düşüneceksiniz. Meşgul olduğunuz işler başkalarının gözünde değersizleşecek ve vazgeçilebilir olduğunuzu zannedeceksiniz. Ses çıkartmak derken bağırmayı, gürültü yaparak barbarlaşmayı değil, doğru zaman ve doğru yerde kendini anlatmaktan geri durmamayı kastediyorum. Bilgi sahibi olduğumuza emin olduğumuz her konuda, eğitimini aldığımız alanlarda hödüklerden daha çok ses çıkarmalıyız.” (s. 101)

“Toplum hep tetiktedir. Kendinize uzak kaldığınız her an sizi yönlendirmek için fırsat kollar. Toplumun geneline kalsa hayatın değeri elekten geçirilmiş ve incelmiş zevklerden çok, yalnızca paradan, güzellikten ve güçten ibaretmiş gibi gelir. Oysa her insan zevkleriyle ve seçimleriyle özneldir.” (s. 167)

“Evrensel ölçütler olmazsa birçok konuda yerimizde sayarız. İnsan hakları, devlet yapısı, tarıma yaklaşım gibi konulara bakışımız evrensel olmalı. Bir yandan da yerel güzelliklerimizi keşfedip bu alanlarda taklitçilikten uzak durarak bu güzellikleri sahiplenmeli ve onlar uğruna inat etmeliyiz.” (s. 297)

Mesele basitçe şudur: Doğru insana doğru iş verilmeli. Doğru insanı doğru iş için bulsanız bile bu sistem değişmedikçe, gelir kaynakları değişmedikçe, devlet yapısı değişmedikçe doğru insan ya bir süre sonra havlu atacaktır ya da bozulacaktır ve umursamaz hâle gelip yine kendi emeğine yabancılaşacaktır. Devlet yapısı üzerinde temel değişikliklere gidilmedikçe tufeyli (asalak) sınıfına karşı mücadele yalnızca bireylere indirgeniyor. Bu toplumda iyi tufeyli olan başarıyor ve sonuç alıyor.” (s. 307)

İlber Ortaylı’nın “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” ve Doğan Cüceloğlu’nun “Var mısın?” örneklerinde olduğu gibi eserin sonunda Milor’ü etkileyen kitaplar ve filmler sıralanmış: Tutunamayanlar, Suç ve Ceza, Tokyo Hikâyesi, Özgürlük Hayaleti bunlardan bir kısmı.

Kronik Kitap’tan çıkan “Hesap Lütfen!” için Nurhak Kaya’nın soruları hazırlarken ciddi bir çalışma yapmış olduğunu, eserin akıcı olmasında, kurgunun başarılı ilerlemesinde ciddi bir emek harcadığını vurgulamak gerekir.

Zübeyr Yıldırım