Medeniyetlerin Gelişim Farklarına Coğrafya Üzerinden Kapsamlı Bir Bakış

Tüfek, Mikrop ve Çelik
Tüfek, Mikrop ve Çelik

Yazar kitaba, etimoloji meraklılarının çoğu kelimenin kökenine dair sık sık duyduğu Hint-Avrupa dillerinin ve dolayısıyla konuştuğu dil olan İngilizcenin de tarıma başlayıp yerleşik düzene geçen Anadolu çiftçilerine dayandığını belirten, insanlık medeniyetinin temeline Anadolu’yu, burada evcilleştirilebilen bitki ve hayvanları, icat edilen metal aletleri ve oluşturulan toplum yönetim erkini yerleştiren bir önsözle başlıyor.

Kitabının konusunu, tarihin seyrini oluşturan ve bugünkü eşitsizliklerin de kaynağı olan, farklı kıtalardaki insanların farklı hızlarda gelişmesinin nedenlerini irdelemek olarak açıklıyor. Bu irdelemeye, genetik üstünlükler yanılgısıyla veya gelişmişlerin sistematikleştirdiği ölçütler üzerinden bakarak taraflı, ırkçı davranma hatasına düşmeyeceğini, onu Toynbee’ninki gibi boşluklar bırakan bir teze bağlamayacağını da peşinen beyan ediyor.

İlk bölümde Polinezya adalarına dağılan bir topluluğun, aynı kökene sahip olmalarına rağmen maruz kaldıkları çevresel farklara bağlı olarak kısa süre içerisinde gösterdiği büyük gelişim farkını örnekleştiriyor. İkinci bölümde ise İspanyolların Amerika kıtası yerlileri olan İnkalarla ilk karşılaşmalarındaki teknik donanım, okuryazarlık, siyasi örgütlenme, denizcilik teknolojisi ve mikroplara karşı bağışıklık avantajlarını ortaya koyup, bu farkların nasıl oluştuğuna dair meraklandırmaya devam diyor. Cevapların verilmeye başlandığı takip eden bölümdeki salgın hastalık, bunun hayvanların evcilleştirilmesiyle ilgisi ve mikrop mutasyonu konuları güncelle ilişkisi bakımından ilgi çekici. Tarıma geçiş zaman farklarının anlatıldığı bölüm, ülkemiz topraklarının bir kısmını da kapsayan Bereketli Hilal’in üstünlüğünü ve değerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bugün kanıksadığımız “çeşitlilik” kelimesinin Bereketli Hilal’le Amerika kıtası arasında 5000 yıllık bir fark oluşturması gibi. Tarım ve hayvancılığı kapsayan yiyecek üretimi üzerinde kıta eksenlerinin etkisine değindikten sonra, yazının tarihi ve peşinden de obalardan devletlere siyasal örgütlenme basamaklarını işliyor. Bu bölümde bahsedilen din ve ekonominin devlet yapısındaki işlevleri, bu işlevlerin bugüne kadar nasıl geldiğini gösteriyor ve bundan sonra değişip değişmeyeceği konusunda düşündürüyor. Önce Asya’dan, sonra Avrupa’dan Avustralya’ya göçler bölümü, çevresel etkenlerin ne denli çeşitli ve belirleyici olduğundan emin olmamızı sağlayacak örneklerle dolu. Son bölüme yaklaşırken yazar Afrika üzerine yoğunlaşıyor. Bölge, dillerin gelişim hareketleri üzerinden toplulukların göçleri ve diğer kıtalarla ilişkileri bağlamında irdeleniyor. Yazarın çok garip bulduğu, Afrika’ya çok yakın Endonezya’ya oldukça uzak Madagaskar adasının garip demografi ve dil yapısı, Orta Afrika’dan güneye inen Bantuların Koisanlara, Avrupa’dan deniz yoluyla gelen Portekizlilerin de onlara baskın çıkarak Güney Afrika’yı istila edebilmelerinin sebepleri, coğrafî rastlantılar meselesini zihninizde iyice belirginleştiriyor. Japon çömleklerinin genel kabullere aykırı tarihlenmesi, Korelilerle Japonlar arasındaki ilişki, Japonya ile İngiltere’nin benzer enlem adaları olarak benzemez gelişimleri son bölümün şaşırtıcı konuları. Sonsözde yazar, kitabın devamında yapılacak çalışmalara yol gösterici olarak bıraktığı soruları listelerken, Bereketli Hilal’in tarihî üstünlüğüne rağmen Avrupa’nın gerisinde kalışını, yiyecek deposu olma özelliğini ve ormanlarını yitirmesine ve bunları takip eden bir dizi sebebe bağlıyor. Çin donanmasının sömürgecilikte Avrupalılarınkilerin gerisinde kalmasını ise siyasî birliğin dezavantajlarına, siyasî çeşitliliğin imkânlarına. Hollanda-Zambiya karşılaştırmasına dayanarak kurumlaşmanın önemini vurgulayan araştırmacılara cevaben kurumlaşmanın temelinde de coğrafî etkenlere bağlı gelişme süreçlerinin olduğunu tekrar ispat ediyor.

Yazar, iddiasını savunmada oldukça başarılı ve tutarlı. Kitabın farklı bölümlerine serpiştirilmiş kilit bilgiler, dünyadan gelen bazı haberleri tuhaf karşılayışımızın konuyla ilgili bilgisizliğimize dayandığına ayıktırıyor. Avustralya kıtasının yıllık olmayan iklim döngüsü ve kurak dönemlerde yaşanan felaketin boyutları buna en çarpıcı örnek. İnsanlık tarihini etkileyen bir durumun geçen yılki sonuçlarına -bitmeyen yangınlar ve su tüketen hayvanların itlafı gibi- sığ ve çiğ akıl yürütmelerle yaklaşmış olabiliriz. “Tazmanya canavarı” diye anılan çizgi film kahramanının esin kaynağını da benzer bilgi serpintileri arasında bulabileceksiniz. Bu gibi birçok ilginç bilgi okumanıza renk katıyor. Kitaptaki fotoğraf, tablo ve çizimlere ek olarak önünüze açacağınız bir atlas ile veya google haritalara sık sık başvurarak okumanız büyük kolaylık sağlayacaktır. Ayrıca bu konuda okumaya devam etmek isteyenler için kitabın sonuna, kitabın her bölümüyle ilgili onlarca, toplamda yüzlerce kitap içeren bir tavsiye listesi eklenmiş.

Özetle kitabı, Teoman Duralı’nın TRT2’deki “Felsefe Söyleşileri” programının tam kapsamlı ve hızlandırılmış bir sürümü olarak tanımlayabileceğimi düşündüm. Verdiği cevaplar kadar yeni sorular da üreten ama asıl önemlisi, tarihin akışını anlamanızı, bugüne kadar göremediklerinizi görmenizi sağlayan bir eser. Bazı önyargılarınızın, alıp kabul ettiğiniz peşin hükümlerin sarsılacağını söyleyebilirim.

Abdurrahman Erkan Akay

“Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?”

Nietzsche Ağladığında
Nietzsche Ağladığında

Naçizane yorumlarımı siz kıymetli okuyuculara sunmadan önce iki hatırlatma, yazarın hayatı üzerine birkaç satır (eminim birçoğumuz biliyordur) ve bir de tavsiyede bulunma cesaretini göstereceğimi ifade etmeliyim. Tavsiyeyi hemen buraya iliştireyim ki; doğrudan kitabın içeriğinden bahsettiğim kısımları okumak isteyenler için (fazla vakit almamak adına) üçüncü ve dördüncü paragraflara geçebileceklerini hatırlatmış olayım. Keyifli okumalar!

Öncelikle; çok çok sıkı bir edebiyat okuru olmadığımı ve psikoloji disiplinine (birkaç sözlük maddesi, birkaç kitap bölümü ve sinema/dizi dışında) son derece uzak olduğumu söylemem gerekir. Böylece yapacağım yanlış yorumlar yahut çıkarımlar için affınızı rica edebilirim. (Ne dâhiyane fikir ama!) Yazarımıza gelecek olursak, kendisi 1931 yılında Birleşik Devletler’de doğmuş ve hâlâ orada yaşayan, psikoloji disiplininde (psikoterapi ve psikanaliz alanlarında da) çalışmalar yürütmüş; bilimsel çalışmalarının yanı sıra edebiyat alanında da başarılar kazanmış son derece önemli bir bilim insanıdır.

Kitabı bitirdim, ancak üzerine düşünmek için epey zamana ihtiyacım olduğuna neredeyse eminim. Son zamanlarda okuduğum en ‘etkileyici’ roman olduğunu da itiraf etmeliyim. Kitabı okumayı birkaç yıldır erteliyor ve kendime: “Popülizme kurban gitmiş bir roman” olduğu yönünde telkinlerde bulunuyordum. (Ne büyük yanılgı!) Artık kitaba gösterilen ilginin az bile olduğu kanaatinde olduğumu açıkça ifade edebilirim. Herhangi bir mecrada okunan hiçbir yorum (şu an satırlarını okuma nezaketi gösterdiğiniz ben de dahil olmak üzere) kitabı ve muhtevasını (içeriğinde neler barındırdığını) anlatamayacaktır. Okumaya ilk başladığımdan bitirmeme kadar geçen süre zarfında kitabı elimden hiç bırakmak istemedim, bazen öyle anlar oldu ki pratik hayatta yapmam gereken bazı işleri dahi ertelemek durumunda kaldım.

Romanımıza geçecek olursak (nihayet dediğinizi duyar gibiyim), kabaca; başta Josef Breuer ve Friedrich Nietzsche olmak üzere; Sigmund Freud, Lou Salomé, Anna O. (Bertha) ve Paul Rée arasında geçen bir olay örgüsüne sahip olduğunu söyleyebilirim. Kitap her ne kadar bir roman olsa da Irvin D. Yalom bu eserinde; yukarıda adı geçen isimlerin gerçek yaşamlarından ve bu isimlerin bazı çalışmalarından çokça beslenmiş kurguyu da bu minvalde inşa etmiştir. (Kitabın sonunda bu süreci anlatan bir bölüm okuyucuların dikkatine sunulmuştur.) 19. yüzyıl sonlarının Avrupası’ndan da harika kesitler sunan yazar; Yahudi düşmanlığı ve yaşanan gerilimlerden de bahsetmeyi ihmal etmemiştir. Kitabın -bana kalırsa- en etkileyici bölümleri; J. Breuer ile F. Nietzsche arasında geçen diyaloglardır. Bu diyaloglar sırasında kendinizi; kaskatı bir şekilde önünüzde durup, bıyıklarını tarayan Nietzsche’nin karşısında bulacak, sorduğu sorular ve düşün deneyleri ile rahatsız hissedeceksiniz. Hele bir de herhangi bir şeye karşı ‘ümit’ besliyorsanız, Nietzsche’nin: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, işkenceyi uzatır,” fikri tarafından sarsılacaksanız. Kitabın özellikle ikinci kısmında sürekli artan bir gerilim deneyimlediğimi ve bu gerilimin, empati ile harmanlandığı bir anda, korkunç bir seviyeye ulaştığını ancak Irvin D. Yalom tarafından ustaca bir hamle ile yavaşça hafifletildiğine şahit olacak ve kısmen rahatlayacaksınız. Empati duygusu ve okuyucu ile kurulan ilişkinin bu denli yoğun hissedildiği bir başka roman daha okuduğumu zannetmiyorum (elbette bu eksiklik benden kaynaklı da olabilir). Bunun muhtemel sebebi, hemen hepimizin yaşadığı temel bir gerilim ile alakalı olmalıdır. Birileri (yahut aile, toplum) bize sürekli “şunu yap, bunu yap, buraya git, bu ol, onu yapma vb.” gibi, çoğu zamanda kendilerinin yap(a)mamış olduğu, isteklerle bir şeyleri dayatıyor ve belki de bizde tüm bunlara kaçınılmaz olarak itaat ediyor, zamanla itaat ettiğimizin bile farkına varamaz hâle gelip ‘kendi hayatımızı yaşayamaz’ duruma geliyoruz. İşte bu kitap bize ‘özgür olabilmenin dehşetini’ ve belki de anahtarını sunuyor!

Son olarak kitabın çevirmenine (Aysun Babacan’a), editörlere, Ayrıntı Yayınları’na çok teşekkür ediyorum. Kitabı büyük bir zevkle okudum. Kitabın dili son derece akıcı ki bu noktada çevirmene bir kez daha teşekkür etmemiz gerekir. Orijinal dili ile karşılaştırma yapmadım; ancak kullanılan Türkçe o kadar lezzetli ki kitabın bir çeviri olduğunu unutmak dahi mümkündür.

Berk Ulubeli

Kitap Özgürlüktür

Fahrenheit 451
Fahrenheit 451

1953’te yayımlanan ve distopya türünün önde gelenlerinden biri olan eser, kitapların yasaklandığı ve itfaiyecilerin buldukları her kitabı yaktığı 2049 yılının Amerikan toplumunu anlatmaktadır. Kitabın adı da Fahrenheit ölçeğinde kitabın yanma derecesine işaret etmektedir. Soğuk Savaş sıralarında Amerika’da McCarthy akımının etkili olduğu bir dönemde yazılmıştır. Eser; o dönem Amerika’sında antikomünist kuşkuculuğun vardığı noktadan hareketle otoriter yönetimlere bir eleştiri şeklinde okunabileceği gibi, aynı zamanda kitle iletişim araçlarının insanı âdeta esir aldığı ve okuma devrinin bitip ekran çağının başladığı bir dönemin eleştirisi olarak da okunabilir.

Kitapları yakmakla sorumlu itfaiye biriminde çalışan Guy Montag’ın hayatı, iş dönüşünde mahallesinde karşılaştığı ilginç bir genç kızla tanışmasıyla değişir, ardından yerleşik düzeni sorgular ve eyleme geçmek, mücadele etmek kararını alır.

Otoriter düzene eleştiri bakımından tüm teknolojik araçlarla insanın ve insan düşüncesinin kuşatıldığı, farklı düşünceye müsaade edilmediği, sorgulamaya giden yolların tamamen kapatıldığı, kitapların yok edildiği bir dünya kurgulanmıştır. Bu anlamda eser otoriter düzenlere karşı önemli eleştiriler yöneltmekte ve insanın kuşatılmışlığını, acziyetini ortaya koymaktadır. Son yıllarda dünyayı da kasıp kavuran otoriterleşme eğilimleriyle birlikte okunduğunda eserin yönetime dair eleştirileri hayatta da karşılık bulmaktadır. İnsanın âdeta tüm hareketlerinin takip edilebildiği günümüz dünyasında kitaptaki öngörüler büyük ölçüde gerçekleşmiş durumdadır. Eserdeki şu ifadeler otoriterliğin boyutunu göstermesi açısından fevkalade dikkat çekicidir: “… Okulda yapmaya çalıştığın şeyin büyük bölümü ev ortamında bozulabilir. Anaokulu yaşını bu yüzden her sene azalttık; artık neredeyse beşikten alıyoruz onları.” (s. 81) Aşağıdaki alıntı da Nazi Almanya’sını yaşayan ilahiyatçı Martin Niemöller’in meşhur açıklamasını (“Önce Yahudiler için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım çünkü ben Yahudi değildim. Sonra komünistler için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım çünkü ben komünist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler ve ben sendikacı olmadığım için yine sesimi çıkarmadım. Sonra benim için geldiler ve benim için ses çıkaracak kimse kalmamıştı.”) andırmaktadır:
“… ‘Suçluları’ kimsenin dinlemediği zamanlarda konuşup onları ifşa edebilecek masumlardan biriydim ama konuşmadım ve dolayısıyla ben de suçlu oldum. Kitapları itfaiyecileri kullanarak yakan sistemi sonunda kurduklarında da birkaç kez homurdandıktan sonra duruldum, çünkü artık benimle birlikte homurdanan veya bağıran kimse kalmamıştı. Şimdiyse çok geç.” (s. 104)

Eser; ekran/görüntü çağı bakımından ise esasında hayata dair önemli tespitler içermektedir. Ekran araçları ile insanların düşünme yetileri âdeta iğdiş edilerek düşünmemeleri ve sorgulamamaları sağlanmaktadır. 1953 Amerika’sında odanın dört tarafı ekranla kuşatılmış bir hayat kurgulanmışken esasında 2049 gelmeden dünyamızda daha fazlası gerçekleşti. Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım.” mantığı günümüzde Tayfun Atay’ın deyişi ile “Görünüyorum, o hâlde varım.” şekline dönüşmüştür. Bireylerin kitle iletişim araçlarıyla oyalandığı, beyinlerinin dumura uğratıldığı ve farklı düşünmeye meşruiyet tanınmayan bir dönemde, her ne kadar ulusal ve uluslararası belgelerle insanın hak ve özgürlükleri kabul edilmiş ve koruması da teminat altına alınmışsa da gerçek anlamda bireyin özgür olduğundan bahsetmek son derece güç.

Eserin dikkat çektiği iki durum birbirini tamamlar niteliktedir. Ekran çağının imkânlarıyla bireye zaten farklı düşünme olanağı sağlanmamaktadır. Bir şekilde aradan kaçanlar da otoriter düzenin teknolojik araçlarıyla ortadan kaldırılmaktadır.

İzzet Eroğlu

Yaşam içinde olduğumuz bir hikaye…

Momo
Momo

Çocukların ve erişkinlerin dünyayı değerlendirişi hiçbir zaman uyuşmaz. Çünkü çocuklar dünyayı zihinlerinde kodlarken basitleştirirler. Erişkinler ise yaş hanelerine eklenen her yılla hayata bakış açılarını daha karmaşık bir duruma getirirler. Bu yüzden çocuklara addedilen hasletlerin birçoğu erişkinlerin karakterine eklemlenirse daha rafine insan profillerinin elde edilmesi mümkün olur. Bu yüzden erişkinlerin birçoğu çocuk olmaya öykünür. Zira hayatı çekilmez yapan kaygılar, çocuklar için sadece basit birer nüanstan ibarettir. Tabii sadece çocuk olmayı hayal etmek her erişkin için bazen yetmeyebilir. Hayalin bir çocuğun gözünden canlandırılarak, erişkinin bünyesindeki pasif hayallerin diriltilmesi gerekli olabilir. İşte tam bu noktada fantastik çocuk edebiyatının büyük yazarı Michael Ende ortaya çıkar.

Michael Ende’nin deyim yerindeyse film gibi bir hayatı vardır. 1929 yılında Almanya’da başlayan yaşamı entelektüel bir aile içerisinde geçmiştir. Babası gerçeküstü öğeleri benimseyen bir ressam Edgar Ende’dir. Onun çocukluğunun ve geleceğinin şekillenmesinden babasından miras aldığı yönlerin yazarlığına yansıması, bu nedenle pek şaşırtıcı olmaz. İkinci Dünya Savaşı’nın o kâbus gibi günlerinde çocuktur. Belki de ilerleyen zamanlarda bu denli güçlü fantastik yazınlarının ortaya çıkarmasında çocukluğunun o kara günlerinin psikolojik etkileri amildir.

Tabii Michael Ende’nin kalemini besleyen faktörler kadar kaleminin yılları ve sınırları aşan etkisi de önemlidir. Bu yazımızda ele alacağımız “Momo” isimli eseri de uluslararası çoksatanlar listesine girmiş, dünyada çok önemli bir sükse yapmıştır. Momo’nun bu başarısını belki de kaybettiği çocukluğunu arayan erişkinler sağlamıştır. Fakat bir gerçek var ki; fantastik üslubu benimsemeyenlerin dahi kitabı sempatik bulacaklarına şüphe yok. Çünkü edebiyatı fantastik yapan yazar kadar karakteri Momo ve onun hikayesi…

Momo’nun hayal perdesinden çıkıp fantastik zirveye ulaşan hikayesinde küçük bir çocuğun kendine has dünyası, her sayfada tecessüm eder. Her çocuk gibi Momo da o ciddi hayatın pek içinde olmak istemez. Ama hayatın ciddiyeti erişkinlerin onun dünyasına temasıyla kendisini gösterir. Momo dünyasını erişkinlerin istilasından korumak için onlardan dost edinir. Hayalleri olan bir çocuğun düşlerini sekteye uğratmayacak kadar masalsı ve hayatın içinden çıkan karakterler ilk aşamada Momo’ya sırdaş olurlar. Tabii erişkinler özgür hayalleri olan çocukları pek tasvip etmediklerinden; Momo’yu, o dostluğa ve sırdaşlığa ihtiyaç duyduğu, devasa dünyada belirli bir süre sonra tek başına bırakırlar.

Artık yalnızlığın dünyası fantastik unsurlar tarafından istila edilmeye müsait bir ortam olmuştur. Ende, bu aşamada artık öyküsünün kilit noktalarına gerçeküstü öğeleri yerleştirmeye başlar. İşin garibi Momo’ya ısınan okur çevreden gelen o inanılmaz etmenleri hiç yadırgamaz. Öncelikle soyut kavramların açılması gereklidir. Bir çocuk için belki de saat kadranındaki akrep ve yelkovan arasındaki kovalamaca kadar basit olan “zaman” kavramı; Ende’nin dilinde efsanevi bir düzleme oturur.

Zaman, çocuk için harcanmasında en ufak problem olmayan, müsrifliğin acı sonuçlar doğurmayacağı efsunlu bir kavram… İlk aşamada çocuk için çizilen zaman kavramı, satırlar ilerledikçe erişkinler içinde anlam ifade etmeye başlar. Aslında fantastik üslup zaman kavramı için harika bir kılıftır. Herhalde bütün sanat erbabı zamana kalıp biçmeye çalışırken zorlanır. Ama zaman kavramı erişkinlerin algıladığı düzlemden çıkarılıp, bir çocuk sevecenliği ile inşa edilmeye çalışılırsa; gören her göz için daha manidar olur.

Ende, soyut boyuta şekil verirken, çocuk hayal gücünün girift noktalarını kullanmaktan imtina etmez. İki farklı bakış açısıyla zamana şekil verir. O, erişkinlerin ve çocukların zaman algılarını yazdıklarıyla karşılaştırır. Böylelikle erişkin ve çocuk zaman kavramından payına düşeni alır. Sonrasında fantastik öğelerin ortaya çıkmasıyla zaman hem erişkin hem de çocuk için durur. Zamanın gerçek fonksiyonunu yadsıyan yazar için öyküsünün hedef kitlesi hiç olmadığı kadar geniş bir çapa ulaşır. Zaten Ende bir açıklamasında “benim kitaplarım 8 ve 80 yaş arasındaki tüm çocuklar içindir” demiştir. Sözün kısası Ende’nin öykülerinde herkes payına düşenleri aldıktan sonra ortak paydada birleşir.

Ayrıca Ende’nin okurun hayal dünyasının aktif olarak maceraya iştirak etmesi için fazlasıyla yardımcı olduğunu belirtmek gerekir. Ende kendi çizimleriyle konuya netlik kazandırmaya çalışır. Betimleme ve tasvirleriyle bezediği karakterleri, masal dünyasının içinde gerçek parıltılar sunarlar. Hayal ve ötesindeki karakterler ise zaman gibi soyut bir kavramın gerçekliği kadar satırlarda kendilerine yer bulurlar. Yani köken alınan kavramın soyutluğu hayalden ortaya çıkan soyut fantastik karakterlerin sırıtmasına mâni olur. Bu nedenle sigara dumanı gibi uçup giden zaman hırsızları ve zamanın patronu Hora Usta gibi karakterler; o bazen fazlasıyla muhayyel olan “zaman” kavramı kadar gerçektirler.

Aslında kitabın bir yerinde dediği gibi “bütün yaşam bir hikayedir ve biz de onun içindeyiz”. Tabii hayatın gerçekliği kadar onun karşısına koyduğumuz hayallerimiz de söz konusu… Hayalleri olmayan bir hayatın bir yanı eksik kalır. Çocukluk bizim hayatımızın yalnızca bir parçası değildir. Çocukluk hayatımıza ve kimliğimize sırlanmış bir gerçekliktir. Ve kendi gerçekliğimizi fark edebilmemiz için elimize bilinç altımıza ulaşabileceğimiz bir oltanın tutturulması şarttır. Bu olta Ende’nin romanı gibi eserlerdir. Ende tarzı yazarları ve çocuk edebiyatının bu tür eserlerini okuyarak, bilinçaltımıza olta atarız. Ve her satırla kendi çocukluğumuzu gerçek manada ise kendi kimliğimizi fark ederek yavaş yavaş su yüzüne çekeriz. Su yüzüne çıkanlar gerçek veya gerçeküstü olabilir. Çünkü hepimizin çocuk olduğu gibi hepimizin de hayal kurduğu da bir gerçektir. Hayallerimizin gerçeküstü olmasının da bir önemi yoktur. Yeter ki bizden ve bizim olsunlar.

Zafer Saraç

“Her kim ki hâlâ yaşıyordur, o halde umutlanmak için bir sebebi vardır.”

İnsanın Anlam Arayışı
İnsanın Anlam Arayışı

Varoluşçu terapinin önemli isimlerinden olan Viktor E. Frankl, “Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu” olarak bilinen logoterapinin kurucusudur. 1945’te yazdığı bu eseri isimsiz olarak yayımlamaya karar verse de, yeterli ilgiyi göremeyeceğinden dolayı arkadaşlarının da etkisiyle adını yazmaya karar verir.

“İnsanın Anlam Arayışı” üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm aslında yazarın otobiyografik öyküsüdür. II. Dünya savaşı sırasında Auschwitz’te kendisinin de içinde bulunduğu Nazi toplama kamplarında yaşananları bir psikoterapist olarak insanlara aktarıyor. Viktor E. Frankl kız kardeşi hariç tüm ailesini kaybettiği bu kamplardaki yaşamı gözler önüne seriyor. Aslında, ilk bölüm kısaca ‘Toplama kampında tutsak olan bir insan için hayat nasıldır?’ sorusuna cevap veriyor.

İlk bölümü okuyan kişiler, yaşama devam edenlerin bunu nasıl başardığını merak edecektir. Bu sebeple, ikinci bölümde bir psikoterapist olarak kamplarda yaşayan ve hayatta kalmayı başaran yazarın, kendisi de dahil insanların bunu nasıl başardığını bilimsel açıklamasıyla görüyoruz. İşte bu bölümde logoterapiye göre hayatın anlamını nasıl keşfedebileceğimizi anlatıyor. En kötü şartlarda bile hayatta kalmayı başaranların örneklerini veriyor.

Üçüncü bölüm ‘Trajik İyimserlik Lehine’ adlı bölümdür. Yazar burada acı, suçluluk ve ölüm üçlüsüne rağmen hayata evet diyebilmenin nasıl mümkün olduğunu açıklıyor.

Kitaba ayrıntılı bakacak olursak, büyük bir bölümünü birinci bölümdeki yazarın toplama kamplarındaki tutsaklığı sırasında yaşadıkları oluşturuyor. Her ne kadar kendi tutsaklığı halinde etkili gözlem yapabilmiş midir diye düşünülse de, yaşanan şeyleri dışarıdan bir insanın yeterince anlaması mümkün olamayacağından dolayı kendisi anlatmayı uygun bulmuş. İlk bölüm, çoğunluk gibi beni de daha çok etkilediği için üzerinde durmak istiyorum.

Yazar, kamp süresini üç evreye ayırıyor: Getirilişinin ardından başlayan evre, kamp rutinine uyum sağladığı evre, özgürleşmenin ardından gelen evre. Kampa getiriliş evresinde SS güçlerinin etkisi görülüyor. Tutsakların isimleriyle değil de numaralarıyla çağırılması, kuvvetlerine göre sınıflandırılması, güçsüz olanların ölüm fermanının verilmesini görüyoruz. Binlerce insanın ancak yüzlerce insanın sığacağı yerlere konulması, tuğlalar üzerinde birbirine sarılan insanların ağır şartlarda çok az bir beslenmeyle hayatta kalma çabalarını okuyoruz. Özellikle başlarındaki görevli gardiyanların sadistlerden seçilmesi, onların en küçük merhametlerine bile muhtaç olmaları, insanın insana verebileceği zararı göstermesi açısından önemliydi. İlginç olan şeylerden biri ise, tutsağın ne tür bir insana dönüştüğü kamp etkisinden ziyade içsel bir kararın sonucu olduğudur. “İnsan onuru toplama kamplarında bile korunabilir.” (s.77) Tabi ki yazarın itirafına göre çok az insan bunu başarabildi. Ancak, hayatın anlamını kavramak için tek bir örneğin bile yeterli olduğunu düşünmektedir.

Tutsakları ölüme sürükleyen, yıkıcı etki yapan şeylerden biri de, aslında tutsaklığın ne kadar süreceğini bilmemeleri hatta sınırsız olmasaydı. Bu durum onları geleceksiz ve hedefsiz hale getirmekteydi. “Zamansal olarak tutsaklık süresinin sınırsızlığı, mekânsal olaraksa hapsedilen yerlerin dar sınırları” durumu anlatan güzel bir vurgudur. Verilen örneklere bakılırsa, tutsakların kurtulacağını düşündüğü zamanlarda istedikleri sonuca ulaşamamaları da ölüm oranlarını arttırıyor. Şartların zorluğu ölüm oranının artmasını açıklamada yeterli olmadığı gibi hayal kırıklığının da bu durumu etkilediğini görüyoruz.

Günümüzde insanların birçoğu araştırmalara göre hayatında anlam arayışı içinde. Ancak, hayatın anlamını ilişkin sorunun cevabı logoterapiye göre herkeste aynı değildir. Tutsaklara bakıldığında onları hayata bağlayan şey kimisinde aile, çocuk olabilirken kimisinde yarım kalmış çalışmalar olabiliyordu. (Yazarı hayata bağlayan şeylerden biri de yarım kalmış çalışmasıydı.)

Tutsaklığın son evresi yani özgürlüğe kavuşma evresiydi. Kamplardan serbest bırakılmış olsalar bile kendilerini dünyaya ait hissetmiyorlardı. Hayattan keyif almayı bile yeniden öğrenmeleri gerekiyordu. Beni etkileyen yerlerden biri de, umudunu yitirmeyip hayatta kalmayı başaranların eski yaşamlarına döndüklerinde yaşadığı hayal kırıklığıydı. Hiçbir şey bıraktıkları gibi değildi. Istırabın bittiğini düşünen tutsaklar artık ıstırabın sınırı olmadığını öğrenmişlerdi.

“İnsanın Anlam Arayışı” hayatın anlamını keşfetmek ve logoterapiyle ilgili başlangıç aşamasında okuma yapmak isteyenler için iyi bir kitap olabilir.

Nietzsche’den bir alıntıyla yorumumu bitirebilirim. “Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla katlanabilir.”

Burcu Keskin

Biraz kendimize dönüp derin derin düşünelim bu kitapla. Ben nedir? Ben’i mutlu etmek mümkün müdür?

Siddhartha
Siddhartha

Siddhartha, en az iki defa okuma gerektiriyor bana kalırsa. İlkinde baştan sona düz okuma yapıp ikincisinde döne döne düşüne düşüne ilerlemek en iyisi. Yine de çok büyük beklentilere girmemek lazım. Eğer spiritüel konulara uzaksanız ilginizi pek çekmeyebilir.

Bu konuları oldukça ilgim çekiyor olsa da ana karakter güvenilmez geldiği için sonunu pek tatmin edici bulmadım. Teknik olarak bir karakter gelişimi izliyor olmamız gerekiyordu. Bir bildungsroman olarak yaklaşırsak bu kitaba, karakteri maceraya itecek mutluluk arayışında, tüm o sorgulamalarında ve kararlılığında önce saygı duyuyorsunuz elbet ama bir ergen çıkışı gibi oluyor bu. Dolayısıyla zaman içinde karakterin pişip olgunlaşmasını beklemeye başlıyorsunuz. Yaşamanın eziyet olduğunu düşünen herkes gibi elbette daha yakından, daha dikkatli takip etmeye çalıştım. Ancak bu yolculuğun her aşamasında yine aynı soruya dönmesi, sil baştan başlaması yolculuğun bu kitap için bittiği yerde karakterin aradığını bulduğunu düşünmeme engel oldu. O yüzden Siddhartha benim gözümde hem kahraman hem de antikahraman.

İyisiyle kötüsüyle insanın kendi içindeki iki uçlu – artı ve eksi- potansiyeliyle yüzleşmesini izliyoruz. Bu karakterin zaman çizgisi linear değil. Yani kötüden iyiye veya iyiden kötüye tam bir dönüşüm yok. Dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geldiğini, tüm aşamaları yeniden yaşadığını ve bildungsroman içinde birden fazla bildungs hissi verdiğini söylemek mümkün. Yani insan artıları ve eksileriyle bir bütün olarak insan. Bu bağlamda bana William Butler Yeats’in The Second Coming şiirini anımsattı. Orada der ki “turning and turning in the widening gyre” (dönüp duruyoruz genişleyen çarkın içinde). Yani yaşamlarımız bir spiritüel eksen üzerine oturturulmuş, bundan çıkış da mümkün değil. Siddhartha’da benzer bir benzetme yapıyor (s.95-98). Arkadaşı Govinda ile yeniden karşılaştıklarında “Görüntülerin çarkı hızla dönüp duruyor.” diyor. Tıpkı Alice’in nargilesini tüttüren tırtılla sohbeti gibi bir konuşma yapıyorlar hatta. Nasıl biri olduğunu sorduğunda “ölümlü nesnelerin hızlı bir değişim içinde olduğunu” söylüyor Govinda’ya. Özetle insan kendi içinde ve hayatın ta kendisinde nasıl kendini bulmak için büyük bir inançla farklı farklı düşüncelere, felsefelere sarılıp var gücüyle bunları savunuyorsa aynısını Siddhartha’da da görüyoruz. Hatta sonu bana bu ısrarlı arayışın insana pek iyi gelmediğini söylüyor. Sonunu söylemeden bunu detaylıca anlatamıyorum ama o çember ne kadar geniş olursa olsun, biz yine başladığımız yere döneceğiz ve ilginçtir ki yine eksik hissedeceğiz. Çoğu kişi sonunu benden farklı okuyabilir, okuyor da. O yüzden okuyanlar düşüncelerini yazarsa sonuyla ilgili kaç farklı his var görmüş oluruz.

Amacı olan kişi amacına ulaştı mı özgürleşiyor, diyor Siddhartha. O halde amaç edinerek kendimizi esir mi ediyoruz? Var gücümüzle hayatın zorluklarına karşı dik durmaya çalışıyor, hayatın anlamını sorguluyor ve nihai mutluluğa, burada Nirvana’ya, ulaşma umuduyla upuzun listeler yapıyoruz. İşte o listeler bana Siddhartha’nın hayal kırıklıklarıyla dolu yolculuğundan başka bir şey değilmiş gibi geliyor. Kitabın böyle bir etkisi oldu üzerimde. 1922 yılında, savaşın ardından, yapılan bu sorgulamanın bugün hâlâ yapılabiliyor olması da o çemberden yüzyıllar da geçse çıkamayacağımıza daha çok inandırdı. Üzerine derin derin düşünecek çok cümle vardı içinde. İnsanın biraz sakinleşip kendine dönmesine, hayattakini duruşunu sorgulamasına vesile olabilecek bir kitap. Ne istiyorum, ne arıyorum, ne bulacağım, hiçbir şey bulamazsam ne yapacağım… Biraz düşünün bu sorular üzerine kitabı okuduktan sonra.

Çeviri oldukça başarılı. Özellikle derin cümlelerde çeviri size zorluk çıkarmıyor. Kitap akıp gidiyor. Ben sadece semboller, tema üzerine düşüncelere dalıp durduğum için biraz bölerek okudum. Kütüphanemde olduğu için mutlu olduğum bir kitap oldu. Vakti zamanında yakın bir arkadaşım bunun bana göre bir kitap olduğunu söylerken yanılmıyormuş.

Nurçin Metingil

Galsan’ın İnsanlık Mirasına Değerli Katkısı

Kızgın Rüzgarların Ülkesinde
Kızgın Rüzgarların Ülkesinde

Tuva halkının çağdaş ozanı olarak kabul edilen yazar Galsan Tschinag, Moğolistan’ın en batısındaki Bayan-Ölgii şehrinde doğmuş (1940). Hikâye, roman ve şiir türünde ortaya koyduğu çok sayıda eserleriyle dünya çapında tanınan bir isim olmuş.

Tuva halkı, günümüzde, Rusya içindeki Tuva Özerk Cumhuriyeti’nde ve Moğolistan’ın kuzeyinde yoğunlaşan bir nüfus dağılımına sahip. “Kızgın Rüzgârların Ülkesinde” bir Tuvalının gözünden Tuva halkının yaşayışını, dünyayı nasıl yorumladığını, bu halkın değerlerini, inançlarını ve kültürünü dillendiriyor.

Ulu Altaylar, vatan, kültür, insan ilişkileri, aile, soy, çocuk yetiştirme, aşk, tabiat, evcil ve yabani hayvanlar, avcılık, Şamanizm, Tuva tarihi, Tuva dili, Almanya deneyimleri, ölüm, ruh, göçebelik, göçebe hayatı, “medeni” hayatla kıyaslamalar, Moğolistan siyasi ve sosyal tarihi, eserin anahtar kavramları arasında gösterilebilir.

Kitabın yazımında farklı bir yöntemle Tschinag ve kendisine eşlik eden Dr. Amélie Schenk, bu eseri birlikte meydana getirmişler. Eserin hangi kısmını kimin kaleme aldığı net değil. Yazılanlara bakılırsa Tschinag ve Schenk, uzun bir zaman süren çok detaylı sohbetler etmişler ve bu diyalogları yazıya dökmüşler, belli ölçütlere göre tasniflemişler. Schenk bu birliktelik hakkında şöyle diyor: “Başlangıçta her şey farklı düşünülmüştü. Ben, ulu Altaylardan ve çadırdan olan anlatıcının söylediklerinin bilimsel tarafını yazmalı, onlara etnografik yorumlar eklemeliydim. Ama başka bir şey ortaya çıktı. Birlikte bir kitap yazmaya başlamış olmamız gerçeği bizi aştı. Kısa bir süre sonra, yapmak istediğimiz biçimde, öyle ayrı ayrı ilerleyemez olduk… Sonuç, her şeyin iç içe geçtiği metnimizdir. Fikirler akıyor, öyküler ilerliyor.” (s.236)

“Bütün dünyanın gözünde biz göçebeler, hele de biz Tuvalar, zavallı, yoksul, beklentisiz gezginleriz. Ama bizim açımızdan durum farklı görünüyor. Yerleşiklik, büyük, ağır eşyalar ve sahip olunan çok sayıda mal mülkle medeni bir hayat demektir. Ama mal mülk bizim için yüktür, zahmetlidir, hatta rahatsız edicidir. Bunlarla ilgilenmek zorunda kalmak, insanın hayatını, bizim varlığımızın temeli olan hayvanları gütmek yerine bir şeylere bakmakla geçirmesi anlamına gelir. Bizim hayatımız, çayırlardaki hayvanlarımızla, çadırlardaki çocuklarımız ve yaşlılarımızla hayatta kalmak demektir. Sizin sahip olduğunuz, yığdığınız, gözettiğiniz, koruyup oraya buraya taşıdığınız pek çok şey, -dağlarda geçireceğimiz birkaç hafta için taşıdığın şeylere bak-, hayatta takılıp düştüğümüz taşlardır.” (s.188)

Tuva halkının İrgit boyundan Zengin Şınak’ın oğlu Galsan, insanlık mirasına önemli bir katkıda bulunmuş. Ülkemize bu kıymetli eseri kazandıran çevirmen Prof. Dr. Nurettin Demir ve Salt Okur’un başarılı ekibi övgüyü fazlasıyla hak ediyor.

İlgilenirseniz, çevirmen Prof. Dr. Nurettin Demir’le kitap üzerine yapılmış bir söyleşi için bkz.:

İyi Okumalar!

Zübeyr Yıldırım

“E-Ticaretin En İyileri” ödüllerine kavuştu…

Kitap kategorisinde, müşterilerine en iyi e-ticaret deneyimi sunan marka olarak, ECHO Awards’un sahibi Kitapyurdu oldu.

Marketing Türkiye ve Akademetre iş birliğiyle gerçekleştirilen ve halk jürisiyle e-ticaretin en iyi markalarının belirlendiği ECHO Awards ödülleri 25 Mayıs Perşembe günü Divan Kuruçeşme’de sahiplerini buldu.

Marketing Türkiye ve Akademetre işbirliğiyle gerçekleştirilen ve Türkiye’de bir ilk olan ECHO Awards’da 45 kategoride en başarılı e-ticaret siteleri ödüllerine kavuştu.

Titiz bir hazırlık sürecinin ürünü olan ve kapsamlı metodolojisiyle dikkat çeken ECHO Awards’ta iki aşamalı bir ölçüm yapıldı. Değerlendirmeler sektör ve süreç bazlı gerçekleşti.

Jürisi halk olan ECHO Awards’ta e-ticaretin en iyileri nihai tüketicilerin değerlendirmeleri sonucunda belirlendi.

Birinciler nasıl belirleniyor?

Kapsamlı bir araştırmaya dayanan ECHO Awards’da e-ticaretin en iyileri nihai tüketicilerin değerlendirmeleri sonucunda belirleniyor. Araştırma süreci “Sektör Bazlı Değerlendirme” ve “Deneyim Bazlı Değerlendirme” olmak üzere iki bölümden oluşuyor…

“Sektör Bazlı Değerlendirme”de Kategori Bazında Yılın E-Ticaret Platformları başlığında Kitap Kategorisi’nde Kitapyurdu ödüle layık görüldü.

Yürüme Edimine Farklı bir Yaklaşım

Yürümenin Felsefesi
Yürümenin Felsefesi

Merak ettim tabii, literatürde ne var ne yok, araştırdım. Yürümenin erdemini anlatan kitapları buldum, edindim. İyiler, düşüncelerimi derleyip toparladılar sağ olsunlar. Bu da o kitaplardan biri. Okunmasını tavsiye ederim ama en hararetli tavsiyem yürümeniz yönünde olur. Şimdi Can Öz’ün bir röportajında duydum, ulaşım için yürümenin faziletinden bahsetti. Yürüyün yani, yeni yollar için, hayatınız için.

Gros’un incelemesi Solnit’inkinin konsantre haline benziyor; hacılar, Thoreau, Wordsworth, Nietzsche, Rousseau, peripatetikler falan, daha kısa ve net şekilde ele alınıyor. Yürüme edimine dair anlatılanlar ise daha sezgisel, felsefi işler. Kitabın fark yarattığı nokta bu.
Yürümenin bir spor olmadığı fikriyle başlıyor Gros. Sporda bir sıralama, amaç var ama yürümenin doğasına aykırı bir şey bu. İlginç bir durum; yürümek trekking’e dönüştüğünde yürüyüş kıyafetleri, ayakkabıları, besinleri, kısacası tüketilecek bir dünya şey giriyor devreye. “Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu.” (s.9) Oysa yürüyüş bunlardan uzaklaşmakla bir olmalı, en azından sağaltıcı yürüyüş böyle bir şey. Gündelik hesapların alanından uzaklaşmak, bütün zincirleri kırmak, erteleme özgürlüğünü yaşamak demek. “Yürüyerek kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikayeye sahip olma isteğinden kaçarsınız.” (s.14) Faydacıysanız, bir şeylerin peşindeyseniz özgürlüğün tadını almak çok zor, yine de siz bilirsiniz.

Nietzsche bölümü. Filozofun yaşamında yürümenin önemini görürüz. Wagner sevdalısı bir adamın dönüşümünü, Wagner’in boğuculuğunun farkına varmasını okuruz. Parlak bir zihnin adım adım çöküşü, saatler boyunca yapılan yürüyüşlerin etkisiyle yavaşlar ve bu süreçte oluşan fikirler kitaplaşır; adamın kitaplarının çoğu bu yürüyüş fasıllarının ardından yazılır. Yukarıdan bakış: tepelere yürüyen filozof, insanların küçük dünyasını görür ve yerleşik ahlakın zehrini duyumsar, daha iyinin üretimi için yıkımı şart koşar. Dionysos ve Çarmıha Gerilen kimliğine bürünen Nietzsche, bengi dönüşünü çılgınlık dönemlerinde tamamlar ve hayata gözlerini yumar. İnsanlığın hatrına dilsiz kalır, gerçi söyleyeceğini söylemiştir çoktan.

Dışarısı-içerisi farkı. Yürüyüş bu ikisinin eridiği potadır. Dışarıdan alınanların içeridekilerden pek de farklı olmadığı an, o an bir esrime halidir, doğanın bir parçası olmanın hatırlandığı. Saatler boyunca ikamet edilen yerin ev olduğunun farkına varmak, yürümenin kazandırdıklarından biri budur. Deniz kenarı evimdir, yol da öyle. Zen bakışıyla düşünüyorum; bunun farkında olmanın olmamaktan farkı, ayaklarımın yerden kesilmiş olması. Suda yürümediğimi iddia edenin alnını karışlayacak noktaya gelmem kolay. Orada kalmak zor ki zehri bir kez almışım, ayaklarım durmuyor, bir adım diğerini takip ediyor, öyleyse manzara değişiyor, ben değişiyorum ve bir tek ayaklarıma güveniyorum. Kafi.

Rimbaud, sıkıntılı ruh. Şiir yazmayı bıraktıktan sonra yürümeye devam. Kışın evinde dil öğrenir, hava güzelleşince kilometreler boyu yürür. Kıbrıs, Afrika, yürünecek neresi varsa. “Burada olmanın acısı, bir yerde durmanın, yaşarken gömülmenin, kalmanın imkansızlığı hissedilir karın boşluğunda.” (s.48) Free Bird dinlemek bir parça sezdirir belki bunu, ötesini düşünmek bir kara yokluk. Sayfalarda rastlayabiliriz biraz. Belki.

Gerisi Gandhi’ye kadar uzanan bir yolculuk, anlatmak yerine sahilde yürümeyi tercih ederim. Hava biraz sisli, içim açık.

Mehmet Utku Yıldırım