Yazgı ve İsyan

Doğunun Limanları
Doğunun Limanları

Bu romanında hikayeyi payitahttan, Sultan Abdülaziz’in ölümü ve sırasında gelişen olaylardan başlatan Amin Maalouf, alışageldiğimiz; zeminini yaşanmış tarihi hadiselere oturtan, hızlı ilerleyen kurgularından birisini inşa ediyor. Fakat bütün hızına rağmen okuru hikaye atmosferine dahil etmeyi başarıyor. Tarihsel gerçeklerden zemin alan kurgular, şüphesiz okurda hem tarihe hem de kurgunun ilerleyişine dair bir tecessüs uyandırıyor; nitekim yazar için de aykırılığa ve anakronizme uğratmadan bir tarihi romanı tamamlamak hem zor hem bir o kadar da zevkli olsa gerek.

İnsanlar ve toplumlar, bazen yönlerini tayin eden yazgıları gereği, tarihin akışı onları yüzlerce yıl yaşadıkları dostlukları bırakıp karşı karşıya getirebiliyor. İnsanlık bir arada kardeşçe yaşama pratiği geliştirebilmişken, bazen hiç umulmadık kışkırtma mekanizmalarıyla bir anda kanlı bıçaklı olabiliyor.

“Aramayın, tanıyacak yüz yok içinde, bu halktır, bu kaderdir.” (s.32)

Romanda kahramanın ailesinin hanedan kökeni vurgulansa da, Sultan Abdülaziz’in hazin sonundan ötürü olsa gerek kahramanın ve ailesinin şehzade oluşlarının, özellikle imparatorluğun karışık son dönemlerinde fazla işlerine yaramıyor oluşu; şehzadeliğin göç ettikleri yerde sadece bir sosyal statü oluşu dikkat çekiyor.

Roman, önemli bir bölümünde tiplere yaptığı karakter analizleriyle onları karikatür tipler olmaktan bir ölçüde kurtarabilmiş. Babanın bazı konularda tutucu davranıp bazı konularda ilerici, yenilikçi oluşu; yine kahramanın romanda geçen yıllar, yaşadığı çevre ve tutunduğu aşk sonucu heveslerinin ve hayallerinin yıllar içinde dönüşüme uğraması, her şeyin çocuklukta olduğu gibi kalmaması; ve yine baba oğul çatışmalarının hem geleneksel hem de modern izdüşümlerinin oluşu hikayeyi de tekdüzelikten kurtarmış. Okura bu hızlı ilerleyen kurguda bile durup düşünme ve yüzleşme ihtiyacı hissettirmiştir.

“Ve ne zaman babam benimle ilgili hırslarından dem vursa ağzımı bile açmıyor, gerçek duygularımı kesinlikle belli etmiyordum; oysa o sırada içimden öfkeyle tekrar ediyordum: Doktor olacağım! Ne fatih, ne devrimci, ben doktor olacağım! “ (s.44)

“Hayır, çocukluğum mutsuz geçti diyemem. Şımartıldım, yoksulluk nedir bilmedim. Ama hep bir bakışın ağırlığı oldu üzerimde. Muazzam bir şefkat, umut barındıran bir bakış. Ama beklentilerle dolu. Ağır. Yıpratıcı.” (s.50)

Maalouf’un romanlarına yansıttığı öznel fikri kimilerine göre insanları milliyet, etnisite gibi aidiyetleri reddeden, insanları soysuzlaştıran bir bakış; kimilerine göre insan olgusunu etnisitelerin ötesinde gören: barış, sevgi ve yardımlaşma gibi hasletleri aidiyet olarak benimseyen bir bakış. Apaçık bir hümanizma olduğu kesin.

“Babam Türk, annem Ermeni’ydi; felaketlerin ortasında el ele tutuşmalarını sağlayan, düşmanlığı beraberce reddetmeleriydi. Bu bana da miras kaldı. Varanım bu işte. Nazilerden Fransa’yı değil, Almanya’yı işgal ettikleri gün nefret etmiştim.”

Romanda hikaye, ‘İsyan’ karakterinin dilinden anı anlatımı şeklinde veriliyor. Burada, kurgunun kendisinden farklı olarak insanın geçmiş zamanla olan ilişkisi onu hatırlarken yeniden yaşayışı, geçmişi yeniden hayal etmenin gücü ve o sırada oluşan duygulanımlar; nostalji etkisi güzel incelenmiş. Güçlü hatıraların etkisine romanın anlatıcısı konumunda dışarıdan atılan bakış ve onu şimdiki zaman boyutunda değerlendirme: okurun hikaye karşısındaki pozisyonunu güçlendirmesini sağlamış.

Bütün bunların yanında Maalouf Doğu Akdeniz tarihi, kültürü ve milletleri üzerine düşünen bir yazar. Bu alanda yaptığı önemli tespitleri de bu romanında görüyoruz. Ancak şu var ki inançlarından ötürü yer yer önyargılı tavrını ve yorumlarını da yine görüyoruz. Maalouf fikir olarak toplumsal sentezci bir yazar. İnançları, yıllardan gelen kabulleri, yaşayışları, kültürleri ve bütün bunların ortaya çıkarabileceği aykırılıkları umursamıyor, kendisi umursamadığı için bütün kavgaların çok gereksiz olduğunu düşünüyor ve bunu eserinde de imliyor. Her ne kadar iyi niyetli bir bakış olsa da bu alana tarafsız girişebilmek mümkün değil. Tarihte kaderin ayırdığı bütün grupların, kampların zulmünün çetelesi tutulmadan ve yüzleşmesi yapılmadan bu işe girişmek mağduriyet ortaya çıkaracaktır. Hele ki dışarıdan yapılan her yorum, yorumun muhataplarında bir savunma mekanizması ve red refleksi oluşturacaktır. Sentezcilik elbette güzel, ve toplumların hiçbir farklılığı umursamadan bir arada yaşayabileceği bir dünya da elbette güzel olurdu. Ancak kabul edilmesi gereken ve romanlarda dahi işlenirken hasıraltına itilmemesi gereken bazı realiteler var. Belki bu realiteleri umursamamayı değil, bunlarla yüzleşmeyi öneren daha gerçekçi ve sağaltıcı çözümlerin arayışına girilebilir. Ancak elbette bu zor olan bir iş; ve kıymetli olan da zora talip olmak.

“Ama o günlerde kim zahmet edip tek tek insanların ne yaptığına bakardı ki? Kim gerçek inançları anlamaya çalışırdı? Öyle zamanlarda, soyunuzun görüşleri derhal size de mal ediliverir.” (s.35)

Hikaye hem zihinde buruk bir tat hem de hayata ve aşka dair bir umutla bitiyor. Bu noktada okur olarak ben, hikayeyi kendi zihnimde kendi istediğim şekilde devam ettirdim. Tabi yazarın romanını nihayetlendirmesi kadar olmasa da, bu da insana bir tatmin hissi veriyor bir ölçüde. Hepimiz sonuçta bir hayale sığınıp yaşamıyor muyuz?

Hüseyin Furkan Karamekik

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here