Vedat Milor’den Hayata Dair Paylaşımlar

Hesap Lütfen
Hesap Lütfen

Vedat Milor, bir zamanlar NTV’de düzenli olarak yaptığı yemek programlarıyla geniş kitlelerce tanınır olmuştu. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilde, gittiği yerin tanınmış lokantalarını, restoranlarını dolaşarak yemek kültürümüze önemli katkılar yapmıştı. Yemek konusu, uzmanlıklarından sadece birisi aslında. Kendisi, Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Ekonomi mezunu, yurtdışında yüksek lisans ve doktora yapmış. Sosyoloji eğitimi almış. Bunlarla yetinmemiş Stanford’da Hukuk okumuş. Ülkemizde ve ABD’de öğretim üyeliği yapmış.

Milor, 2021’de ilk baskısını yapan “Hesap Lütfen!” kitabında, kendisiyle yapılmış röportajlardan oluşan bir içerikle karşımızda. Baştan belirtelim, içinde gastronomi konularına, Nusret’e, Ferit Şahenk’in restoranına, yazı başına on bin dolar alan dünyaca tanınmış bir gastronomi uzmanına (…) dair detaylar geçse de bu kitap bir gastronomi kitabı değil. Hayatta insanlara dayatılan bazı değerleri, yaşam tarzları üzerine yapılan zorlamaları, bunların arkasındaki ikiyüzlülüğü, sahtelikleri ve bunlara muhatap olanların yaşadığı ikilemleri, çatışmaları, kitabın ana eksenine alıyor. Yazar, kendi yaşadığı örnekler üzerinden sohbetini akıcı bir şekilde sürdürüyor. Her konuya çözüm bulma iddiasında değil. Tecrübelerini, hayal kırıklıklarını, başarısızlıklarını ve arayışlarında ulaştığı çözümleri, ne yapılması gerektiğini dikte etmeyen bir üslupla aktarıyor. Ömrünün farklı dönemlerinde ABD’de, Avrupa’da ve ülkemizde yaşıyor olması, sorulara verdiği cevaplarda gerçekçi karşılaştırma yapma zeminini kolaylaştırmış. Eserin hitap ettiği kitlenin, değişime, farklı fikirlere açık olan insanlar ve özellikle gençler olduğunu söyleyebiliriz.

Milor, sekiz ana bölüme ayrılan çalışmasında, bireysel olarak görünse de özgüvensizlik ve değersizlik gibi gerçekte toplumsal olan belli sorunların, kültürümüzde mevcut bazı kalıplardan, yargılardan kaynaklandığına değiniyor. Bir insanın ve genelde bir toplumun, aile yaşantısından itibaren nasıl bozulabileceğini sosyo-ekonomik bir perspektiften anlatıyor. Hayatta var olan problemlere rağmen topluma küsüp içe kapanmak yerine özgüvenle ve özsaygıyla üretmeyi, iletişime devam etmeyi, zevk aldığımız uğraşılarla ilgilenmeyi, makul beklentilerle hayata devam etmeyi öğütlüyor. Kitabın ismindeki alt başlığa uygun olarak insanın kendi dengesini bulması noktasında, herkesi memnun etme düşüncesinin hayatı zorlaştırabileceğini, yaşanılan ânı ertelememeyi, öncelikleri (kırmızı çizgileri) iyi belirlemeyi, bunları yaparken de egoist davranmamayı, sağduyulu olmayı salık veriyor.

“Anadilimiz dışında lisanlar bilmek bugün yaşadığımız dünya için olmazsa olmazımızdır. Dünyaya evrensel bir duyguyla adapte olmak adına bilhassa yabancı basını takip etmeli, gezegenimizde neler olup bittiğini farklı kaynaklardan bilgileri kıyaslayarak öğrenmeliyiz. Ülkemiz bilgi ekosistemi açısından dünyanın epey gerisinde ve çoğu zaman manipüle edilmiş kirli bilgilerin ortasında doğruyu ve gerçeği arama savaşı veriyoruz. Yine birçok akademik alanda yerli bilgi kaynağımız kısıtlı; dünyanın bütünüyle değil, yalnızca yaşadığımız yerle iletişimde olduğumuzda, çaresi yok, çağın gerisinde kalıyoruz.” (s. 81)

“Siz, bilmeyenler kadar ses çıkarmadıkça, niteliğinizin farkına varamayacaklar ve anlaşılmadığınızı düşüneceksiniz. Meşgul olduğunuz işler başkalarının gözünde değersizleşecek ve vazgeçilebilir olduğunuzu zannedeceksiniz. Ses çıkartmak derken bağırmayı, gürültü yaparak barbarlaşmayı değil, doğru zaman ve doğru yerde kendini anlatmaktan geri durmamayı kastediyorum. Bilgi sahibi olduğumuza emin olduğumuz her konuda, eğitimini aldığımız alanlarda hödüklerden daha çok ses çıkarmalıyız.” (s. 101)

“Toplum hep tetiktedir. Kendinize uzak kaldığınız her an sizi yönlendirmek için fırsat kollar. Toplumun geneline kalsa hayatın değeri elekten geçirilmiş ve incelmiş zevklerden çok, yalnızca paradan, güzellikten ve güçten ibaretmiş gibi gelir. Oysa her insan zevkleriyle ve seçimleriyle özneldir.” (s. 167)

“Evrensel ölçütler olmazsa birçok konuda yerimizde sayarız. İnsan hakları, devlet yapısı, tarıma yaklaşım gibi konulara bakışımız evrensel olmalı. Bir yandan da yerel güzelliklerimizi keşfedip bu alanlarda taklitçilikten uzak durarak bu güzellikleri sahiplenmeli ve onlar uğruna inat etmeliyiz.” (s. 297)

Mesele basitçe şudur: Doğru insana doğru iş verilmeli. Doğru insanı doğru iş için bulsanız bile bu sistem değişmedikçe, gelir kaynakları değişmedikçe, devlet yapısı değişmedikçe doğru insan ya bir süre sonra havlu atacaktır ya da bozulacaktır ve umursamaz hâle gelip yine kendi emeğine yabancılaşacaktır. Devlet yapısı üzerinde temel değişikliklere gidilmedikçe tufeyli (asalak) sınıfına karşı mücadele yalnızca bireylere indirgeniyor. Bu toplumda iyi tufeyli olan başarıyor ve sonuç alıyor.” (s. 307)

İlber Ortaylı’nın “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” ve Doğan Cüceloğlu’nun “Var mısın?” örneklerinde olduğu gibi eserin sonunda Milor’ü etkileyen kitaplar ve filmler sıralanmış: Tutunamayanlar, Suç ve Ceza, Tokyo Hikâyesi, Özgürlük Hayaleti bunlardan bir kısmı.

Kronik Kitap’tan çıkan “Hesap Lütfen!” için Nurhak Kaya’nın soruları hazırlarken ciddi bir çalışma yapmış olduğunu, eserin akıcı olmasında, kurgunun başarılı ilerlemesinde ciddi bir emek harcadığını vurgulamak gerekir.

Zübeyr Yıldırım

Başarı Madalyonlarının Arka Yüzü

Outliers
Outliers

Kitap ilk bakışta isminden ötürü, başarılı insanlar hakkında yazılmış bilindik kitapların herkesin ezberden söyleyebileceği savlarını anlatıyor sanılabilir. Evet, tüm başarıların ardında ezberden söyleyebileceğimiz: çok çalışma, yeteneğini doğru kullanma, yılmama vs. gibi unsurlar muhakkak yer alıyor. Fakat çokça ihmal edilen, belki de bilinçli olarak ihmal ettiğimiz başkaca şeyler de var.

Hayatta sıfırdan başlayıp, bir şeyler için didinip başarı elde etme hikâyeleri; -hatta işi biraz zor getirelim- bir şeyler için didinip de başaramadıktan sonra yılmayıp tekrar didinip başarı elde etme hikayeleri; -yetti mi yetmedi biraz daha çetrefilli olsun- didinip başaramayıp yenilmek, biraz daha didinip yine yenilip ama daha güzel yenilip bir daha didinip çok daha güzel yenilme hikayeleri hep tatlı gelir. Hepimiz bu hikâyelerle büyüdük, hepimize genellikle çabanın tek başına yeterli olduğu hikayeler anlatıldı motive olmamız için. Tabii çabanın kutsanmasının kapitalist propaganda öğretisi olarak da ayrı bir yeri muhakkak var, ancak buna bu yorumda girmeyeceğim. Öğretmen öğrencisini, patron işçisini, arkadaş arkadaşını, TED konuşmacısı üniversite mezunu işsizleri bu hikâyelerle motive etmeyi denedi bunca zaman. Bunlar elbette ki iyi niyetli anlatılardı. Azimli olmaya teşvik etmek elbette güzel ve de olmazsa olmazdır. Fakat bir yerde gerçekçi olmak gerek. Dünyada yüzbinlerce insan çocukluktan itibaren “çizginin dışındakilerden” olabilmek için didiniyor fakat bu payeyi alabilmiş olanların sayısı çok çok az. Senenin hangi ayında, hatta doğduğunuz ayın hangi gününde doğduğunuz, IQ puanınızın sayıca kaçın üstünde olduğu ve hatta kaç puanın altında olduğu (belli bir puanın altında olması da kitapta anlatılan hikâyeye göre avantaj teşkil edebiliyor), ailenizin mensup olduğu sosyo-ekonomik sınıf, kültürel kökenleriniz, doğmuş olduğunuz yüzyılın hangi çeyreğinde gençliğinizi yaşadığınız vs. birçok etken, en az gösterdiğiniz çaba kadar “çizginin dışında” olabilme ihtimalinizi etkiliyor. Ayrıca yaşadığımız çağda artık bu tek başına çabayı kutsayan hikayelerin motivasyondan ziyade insanda yetersizlik psikolojisini tetiklediğini görür olduk. Bu kitap, işte başarı konusunda madalyonun arka yüzünü göstermeyi hedefliyor ve büyük ölçüde başarıyor. Başarı, aslında ihmal ettiğimiz çokça diğer etmenlerin de içinde bulunduğu bir bileşim. Yazar, kitapta bu tanımdan öte bir mesaj kaygısı gütmeksizin dengeli bir anlatım yoluna gitmiş. Bu eser ne başarısızlığa dair bir olumlama, ne de çizginin dışındaki insanların başarılarına dair bir küçümseme içeriyor. Sadece realiteleri ortaya koyuyor. Herhangi bir didaktisizm ve mesaj kaygısı yok. Çıkarılması gereken bir ders varsa onu da okura bırakıyor. En çok da bu yanını sevdim. Ve okumanın bana kazandırdığı en güzel şeylerden biri: kendimi yeterliliklerim konusunda değerlendirirken daha gerçekçi ve ölçülü olmam gerektiğini anlamam oldu. Kitabın doğrudan mesaj vermemesi, didaktik olmaması ama dersler çıkarma adına çokça malzeme sunması da okura ihtiyacı olan şeyi kendi kendine bulma özgürlüğü veriyor.

Yazarın anlattığı her bir faktör için seçtiği insanlar ve hayatlar çok isabetli olmuş. Bunların ayrıca birbirinden çok farklı alanlarda uğraşlar vermiş kişiler olması anlatıma büyük ölçüde zenginlik katmış. Çok incelikli bir derleme. Ayrıca birbiriyle çok benzer şeyleri anlatmasına rağmen üslubu sıkmıyor, tekdüze gitmiyor: bu, bu türden metinler için önemli bir yazar başarısıdır. Çeviriyi de ayrıca güzel buldum. Yalnızca yayınevinin kitabın yazı boyutunu biraz daha büyük olarak basmasını dilerdim.

Başarı konusunda saplantıları olduğunu düşünen yahut kendisini yetersiz bulmaya meyilli olan kimselerin, hatta herkesin bu kitabı en az bir kere okumasını öneririm. Ayrıca kitaba giriş kısmında anlatılan Roseto hikâyesi de çok etkileyici. Kitabın ana fikrinden bağımsız ama çarpıcı ve dost meclislerinde anlatıldığında güzel bir etki uyandıracak ve dikkatleri üzerinize çekecek bir hikâye. Kitabı beğenmeseydim bile sırf o hikâyeye rastlamam “kitabı iyi ki okumuşum” diyebilmem için yeterli olurdu. Gladwell bu kitabında herkesin kanıksadığı bazı meselelere, tabir yerindeyse “galat-ı meşhur olgulara” biraz daha yukarıdan ve geniş perspektiften bakabildiğini ortaya koymuş. Eminim ki birçok okurda da diğer kitaplarına dair bir tecessüs uyandıracaktır bende uyandırdığı gibi.

Hüseyin Furkan Karamekik

“Derler ki, uzun zaman önce bir cadı yaşarmış bu ormanda.”

Cadının Yüreği
Cadının Yüreği

Genevieve Gornichec hakkında çok detaylı bilgiye ulaşamamış olsam da kendisinin tarihçi olduğunu ve Vikingler üzerine çalıştığını görebildim. Dolayısıyla, Kuzey Avrupa mitlerinin de çalışma evrenine girdiğini söyleyebiliriz. Bu durum okuduğumuz/okuyacağımız kitabın, işin mutfağından gelen biri tarafından yazıldığını anlamamız için yeterlidir. Öte yandan, ben bir edebiyat yahut roman eleştirmeni olmadığım için aşağıdaki yorumları yalnızca meraklı bir okurun düşünceleri olarak yorumlamanızı rica edeceğim. Son bir not olarak ise “spoiler” vermemek adına kitabı genel hatlarıyla yorumlamaya çalışacağımı da belirtmek isterim. Keyifli okumalar!

Kitaba gelecek olursak… Nereden başlasam bilemiyorum. Daha önce benzer yapıda 3 kitap okumuş olmama karşın (Ben Kirke – Kızların Suskunluğu – Akhilleus’un Şarkısı) ben de çok ayrı bir etki yarattı. Ben, bu tip kitapları bir “yeniden okuma” olarak yorumluyorum. Zira ana hikayelerde, destanlarda kıyıda köşede kalmış, çok tanınmayan isimlerin ardına bir bakış atma noktasında bu saydığım kitaplar oldukça başarılı çalışmalardır. Bu bakış sırasında meşhur diğer karakterlerin de romanın evreni içerisinde yer alması, ciddi anlamda keyifli bir okuma sunması açısından önemlidir.

Bugün İskandinav Mitolojisi yahut Yunan Mitolojisi hakkında hemen herkesin belki az, belki de çok bir şeyler bildiğini varsayıyorum. Ancak bu bildiklerimiz genellikle erkek egemen bir dünyanın günümüze ulaşan iz düşümleri. Akhilleus’u, Hector’u, Odin’i, Thor’u yahut Loki’yi vs. biliyoruz. Üstelik bunları film sanayileri vasıtasıyla bambaşka şekillere sokuyoruz. Peki ya kadınlar? Kadın karakterlerin (Tanrı değillerse) hayatları hakkında her zaman olduğundan çok daha şanssız bir konumdayız. Ayrıca günümüze kadar ulaşmayı başaran bu destanlar, çoğu zaman eksik veya bir kısmı kayıp bir yapı arz etmektedir. Bu yapıyı bir yapbozun bütünü olarak düşünecek olursak, epey bir parçanın eksik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yani günümüze ismi dışında herhangi bir bakiye bırakmayan birçok karakter bulunmaktadır. İşte bunlardan biri de “Angrboda” namı diyar Yaşlı Cadı’dır. Yazarın kitabın sonuna eklediği küçük bir bölüm olan sözlük kısmında da belirtildiği gibi, Angrboda hakkında günümüze ulaşanlar yalnızca birkaç kısa mısradan ibarettir. Ancak, yazar (hemen künye kısmından da görüleceği üzere) bu kısıtlı materyalden 300 küsür sayfalık bir metin yazmayı başarmıştır. Dolayısıyla yazarımızın tarihçi kökeni, yukarıda saydığım eksiklikler ve kayıpları bilinenler üzerinden yeniden inşa etmesine olanak tanımıştır.

Kitap, bilinen İskandinav Mitolojisi ve popüler evreni üzerine inşa edilmiştir. Odin, Thor, Loki, Freya, Skadi vb. birçok tanrı, kitabın içerisinde bilinen mitolojideki konumlarıyla tutarlı bir biçimde anlatılmaktadır. Elbette bu bir roman olduğu için ve evrenin birçok kısmı eksik olduğundan yazarımız, yapbozun eksik kısımlarını kendince doldurmuş ve bence muhteşem bir iş çıkarmış. Açıkçası ilk sayfalarda daha önce okuduğum kitaplardaki kadar heyecanlanacağımı hatta üzüleceğimi düşünmemiştim ancak kitabın özellikle sonu Ragnarök gibi bir yok oluş öncesinde boğazınızı düğümleyebilir!

Sonuç olarak, yazarın anlatımı, kitabın olay örgüsü, evreni ve karakterleri muhteşem bir uyumla harmanlanmış. Kitabı orijinal dili ile kıyaslamadım ancak kitabı okuduktan sonra hissettiklerimi sağlayabildiğine göre çevirinin de başarılı olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan kapak tasarımı, kağıt kalitesi vb. konularda harika bir iş çıkarılmış. Kitabın sonuna eklenen “sözlük” kısmı sayesinde mitolojiye hâkim olmayan okuyucuların da bütün soru işaretleri giderilmiş. Elbette, öncesinde ilgili konular hakkında yazılmış bazı temel kitapları okumak, yazarın anlatımı sırasında neleri değiştirdiğini yahut farklı yorumlandığını görmek noktasında da fayda sağlayabilir.

Berk Ulubeli

Tanpınar’ın Modernizm Karşısındaki Temkinli Duruşu: Beş Şehir

Beş Şehir
Beş Şehir

20.yüzyılın ilk yıllarında doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, şair, yazar, edebiyat tarihçisi, akademisyen ve siyasetçidir. Kadı olan babasının görevi nedeniyle çocukluk ve ilk gençlik yıllarını çok farklı şehirlerde geçirmiştir. Tanpınar’ın yaşamının ilk yıllarında tanıştığı farklı kültürler, düşünce dünyasında ve eserlerinde büyük yer etmiştir. İlk kez 1941 yılında Ülkü mecmuasında dizi olarak yayınlanan şehir anlatıları, 1946’da Konya’nın da eklenmesiyle Beş Şehir olarak kitaplaştırılmıştır ve kitap zaman içinde pek çok düzenlemeden geçmiştir. Ağustos 1976’da Dergâh Yayınları’ndan ilk baskısı yayınlanan Beş Şehir, 2023 yılı itibariyle 57. Baskısı ile okurlara sunulmuştur.

Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden olan Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri çocukluğunda yaşadığı Ergani – Madeni, Sinop, Kerkük ve Musul gibi babasının görevi sebebiyle bulunmak zorunda olduğu topraklarda geçmez. Beş Şehir Tanpınar’ın öğretmenlik yaptığı dört şehir ve Bursa’da geçer. Tanpınar, Cumhuriyetin ilk yılında, henüz 21 yaşındayken Erzurum’da edebiyat öğretmenliğine başlar. Üç yıl sonra 1926’da Konya Lisesinde, 1927’de Ankara Lisesinde, 1930’da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsünde ve 1932’de İstanbul’daki Kadıköy Lisesinde öğretmenlik yapar. Beş Şehir tam da bu şehirlere yaptığı ziyaretlerin ve entelektüel birikiminin tortusudur. Beş Şehir’de Tanpınar’ın deneyimleri öğretmenlik dönemlerinin aksine akronolojik olarak, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa’da Zaman ve İstanbul olarak verilir.

Beş Şehir salt bir seyahatnâme yahut gezi yazıları dizisi değildir. Tanpınar sıklıkla Evliya Çelebi’ye atıflarda bulunsa da ne Tanpınar bir gezgin, ne de Beş Şehir bir gezi anlatısıdır. Bu bakımdan deneme sınıfında değerlendirilmesi daha doğrudur. Tanpınar, Beş Şehir’de, tarih, zaman, mekan, sanat ışığıyla, sosyolojik unsurları ve kendi deneyimlerini birleştirmiş ve bu birleşim tam da bu topraklar için kritik bir dönem olan Cumhuriyet döneminde meydana gelmiştir.

Beş Şehir, ilk olarak Ankara’nın Milli Mücadele yılları sonrasında yıpranmış ve yeniden doğmayı bekleyen hali ile başlar. Ankara yalnız Cumhuriyet’in başkenti değildir elbette, bedenini bu toprakların oluşturduğu Kibele, kaç nesil emzirmiştir kim bilir dolu dolu göğüsleriyle. Tanpınar’ın kitapta görece daha az yer verdiği Ankara yepyeni bir gün doğumunu izlemeye davet ederken, seyre durulacak kul yapılarından uzaktır aynı zamanda. Haliyle yazarın, “Fakat Osmanlı hiçbir zaman Selçuk gibi yapıcı olmadı.” eleştirisi dikkate değerdir.

Erzurum, Tanpınar’ın ilk kez gittiği bir şehir olmasa da genç öğretmen için çok önemli bir karşılaşma mekânıdır: Ata ile tanışma. Kurtuluş Savaşı’nda kilit öneme sahip, yüksek rakımlı Erzurum’da Tanpınar diğer şehirlere nazaran daha çok insana odaklıdır. Pek çok kültürü birleştiren Erzurum’un savaş kalıntısı insanlarının türlü maceralarla bir Odysseius gibi dönüşüne, halkın kast içindeki varlık biçimlerine, mimari ve sözlü sanatlarına değinir Tanpınar. Billur Piyale ve Yemen türküsü sözlü sanatta en güzel örneklerdendir. Savaşın yaralarını henüz saran Erzurum bir de depremle sarsılır. Bu korkunç kaderi yenecek yine Erzurum’un ruhu bütün halkıdır. Ve Ata asla yalnız bırakmaz Kurtuluş şehrini. Genç ve heyecanlı Tanpınar’a kilit sualler yöneltir Mustafa Kemal Atatürk. Kitabın bu bölümüne özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir, çünkü Tanpınar’ın “yeniye karşı beslenen iştiyak” tabirini en iyi Atatürk ile karşılaşmasıyla hissedebiliriz.

Anadolu’nun yüksek ruhlu şehirlerinden Konya’dır üçüncü şehir. Konya hem Selçuk mimari hazineleri hem de Mevlânâ, Şems, Yunus üçgeniyle ele alınarak Tanpınar’ın nefis anlatımına mahzar olan bir şehirdir. Ama yetmez, Tanpınar’a büyük hayranlık beslemeye itecek bir de halkın sesi vardır. Konya Hapishanesi’nden yüzünü bile görmediği kadın mahkumların çığırdığı “Gesi bağlarında bir top gülüm var” türküsü…

Eğer Tanpınar bir tek şehir ile yetinseydi bu şehir kesinlikle Bursa olurdu. Beş Şehir’in en güzel ve İstanbul’dan sonra en geniş hacim kaplayan ancak İstanbul’dan da önemli bölümü: Bursa’da Zaman’dır. “Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır.”

“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”

Bursa’da Zaman şiirinin bir çözümlemesidir adeta şehrin anlatımı. Eski Osmanlı başkenti Bursa, doğanın büyük bir şans bahşettiği ve Osmanlı’nın fetih ruhuyla özenle inşa ettiği büyük bir sanat eseridir. Tanpınar’ın modernleşme arifesinde çektiği sancıların bir bir yansıtıldığı satırlar Bursa’da geçer. Bursa hem mimarisi hem kültürel altyapısı ile Türkiye’de bulunan yabancı gezginlerde dahi gizlenemez bir hayranlık bırakır. Andre Gide bunlardan biridir. Gide nedeni bilinmez bir şekilde İstanbul güzelliğini yadsırken Bursa’da hislerini saklayamaz. Yeşil Camii için : “zekânın kemal hâlinde sıhhati” der. Tanpınar’ın Erzurum’daki yeni eğitim sistemi için hevesli halini Bursa’da eski sanat eserleri karşısında hüzne dönüşmüş olarak buluruz. Türkiye’de zaman bir şehir olsaydı, hakikaten Bursa olurdu. İlk kez Bursa’yla karşılaşan herkesin hissedebileceği gibi…

Beş Şehir’in sonuncusu ve en çok yer verilen bir diğer Osmanlı başkenti İstanbul. İstanbul’da hem bir tarih yolculuğuna çıkarır Tanpınar hem de kendisi için çok önemli olan kültürel dünyasına şekil veren yüzlerle tanıştırır okurları. İstanbul bir devlet başkenti olduğu kadar kültür başkentidir. Yaşadığı savaşlar, fetihler, depremler, yangınlar şehrin yüzünü çok defa değiştirse de İstanbul daima güzeldir: “Çünkü, İstanbul sadece abide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. İstanbul her süsün, her kumaşın kendisine yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer.”

Beş Şehir Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tarihsel ve sanatsal bakış açılarının edebi ustalıkla perçinlendiği önemli bir deneme. Tanpınar eserinde bu ülkenin önemli şehirleri ile Malazgirt’ten Cumhuriyet’e aldığı yolları, kazanımlarını, inşa ettiklerini, yitirdiklerini, göğsünde beslediği yüzlerce sanatkârı, daima yoksul halkını güçlü diliyle aktarıyor. Doğunun ve batının sanatını içmiş olan yazar, mitolojik imgelemelerle zenginleştirdiği olayları resmin ve müziğin daima canlanıverdiği bir gökyüzüne taşıyor. Eserinde Türkiye’ye gelen pek çok gezgin ve sanatçıdan, Evliya Çelebi, Lamartine, Gide, Théophile Gauter, Lady Craven, Pierre Loti’nin izlenimlerine de değinen Tanpınar bu ülkenin tam anlamıyla farkında olan bir ferdi.

Bugün, Tanpınar’ın kültürel perspektifi ile yitirilen zaman mı yoksa zamanla yitirdiklerimiz midir? sorusunu soruyorum. Beş Şehir, güçlü bir mirasla yeniden doğmaya çalışan bir milletin yitirildiği düşünülen ruhu için yazılmış bir modernizm ön eleştirisi. Bu eleştirinin göz ardı edildiğini bugün görüyor olsak da hâlâ bize söyleyecekleri var. Ve Tanpınar ne geçmişin özlemini duyuyor ne de yenilikten korkuyor. Tanpınar’ın en büyük korkusu ruhun yitirilmesi ve ruh, ne zamanın içinde, ne de büsbütün dışında. Ve İnsanlık Babil kulelerinden hiçbir zaman vazgeçmiyor. Neticede Tanpınar tam anlamıyla bir huzursuz ve bu sayede Beş Şehir gibi muazzam bir eseri okuyabiliyoruz.

Beş Şehir son derece yoğun bir kitap; çok kez karşılaştığım yorumlarda Tanpınar dilinin ağırlığından bahsederek okurlar uyarılıyor haklı olarak. Tanpınar’ın güçlü sözcük hazinesiyle son derece lezzetli bir anlatımı var ve genç yaşlardaki okurların da korkmadan bu serüvene katılmalarını öneririm. Pek çok kelimede tökezlenilecektir ancak ayağa çok daha güçlü kalkılacağına eminim. Tanpınar’ın Beş Şehir’inin mutlaka okunması gerekiyor, özellikle gençlerin. Günümüzde artan imkânlarla yurtiçi ve yurtdışı gezginlerinin sayısı günden güne çoğalırken, tam da Tanpınar’ın geçmiş özlemini duyacağımız pek çok aksi durum da bulunmakta. Ruhunu yitiren şehirler kadar ruhsuzca gezen insanlar… Sırf birkaç fotoğraf için anı yaşayamadan ve gerçek bir anı biriktiremeden tüketen insanların, dijital hafızaları yok oluverdiğinde geriye hiçbir şey kalmayacak belki de. Tanpınar, deneyimleriyle çok önemli bir yol gösterici. Bir şehri anlamak için ne kadar zaman gerekir? Anlamak için çabalarken geriye baktığımızda zamanın sildikleri ile karşılaşmayacak mıyız yine? Zaman büyük bir silgi ve ruhsuz insanlar da onu çok iyi kullanıyor. Ve ben hâlâ deneyimlerin özgül ağırlığına inananlardanım.

Tanpınar’ın diğer eserlerinde de gördüğümüz modernizm karşısındaki çürük duruşa getirdiği eleştirisi Beş Şehir; bir yitirilen zamana sıkışmışlık başyapıtı. Her daim okunacak, bizim gerçeğimiz.

Betül Bozkurt

Orta Çağımız yoktu fakat neyimiz vardı ve bugüne ne kadarını taşıyabildik?

Neden İslam’ın Orta Çağı Yoktu?
Neden İslam’ın Orta Çağı Yoktu?

“Neden İslam’ın Orta Çağı Yoktu?” haklı sorusu; İslam coğrafyasına ve İslam inancına gönül verenlere geçici bir özgüven ve tarihi gurur yaşatsa da devam eden süreçte, yeni bir çağa ayak uydurulamadığı, Orta Çağ’ı kapatıp, yeni bir çağı açan Fatih Sultan Mehmet döneminin devamında da her yönden kayıplara sürüklendiği ortadadır. Demek ki, bir devri “açmak” veya “kapatmakla” istenilen sonuç alınamıyormuş.

El Kindî, İbn Rüşd, İbn Haldun, Farabi, İbni Sina, Hârezmî vd. İslam düşünürleri; yaşadığı döneme, felsefe ve fen bilimleri alanında büyük katkılar sağlamış, eserleri diğer Avrupa dillerine de çevrilerek üniversitelerde okutulmuştur. Fakat düşünce ve çalışmaları; bazı din alimleri tarafından, dine aykırı/sakıncalı bulunarak, küfürle itham edilmişlerdir. Gözü kör edilen, canından olanların da olduğu bu devirde; büyük bir kırılma yaşanmış, bilim, düşünce, kültür ve sanat çalışmaları gerilemiştir. Yakılan orijinal kitapların ancak Avrupa’da yabancı dillerdeki nüshalarına ulaşılabilmiştir. Bu da gösteriyor ki; Avrupa Orta Çağı terk etmiş, bizler de gönüllü olarak kabul etmişiz. Aralarındaki din, mezhep, güç ve iktidar kavgaları, orta çağ zihniyetinin ürünüydü. Savaşarak, öldürerek, dışlayarak birbirlerini yenemeyeceklerinin farkına vardıklarında; sorunu Avrupa Birliği organizasyonuyla çözmüşlerdir. Devamında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Savaş Suçları Mahkemesi ve BM teşkilatıyla; bilim, felsefe, demokrasi ve hukukun üstünlüğü; evrensellik, toplumsallık, resmiyet ve meşruiyet kazanmıştır.

İslam alemi, Orta Doğu ve bir kısım Asya ülkeleri; bu tür girişimleri gerçekleştirecek ortak bir bilince ulaşamadıklarından; adeta Orta Çağ’dan kalan düşünce mirasını bile paylaşmakta ayrışıyorlar. Bundan dolayıdır ki; slogan, kavram ve tarihi gerçekler; günümüze neyi taşıdığıyla anılır, anlam bulur.

Yaşantımıza, kazanımlarımıza, birikimimize, güvenlik ve refahımıza kattığıyla gözlemlenir ve tartılır. “Bizim inancımızda orta çağ yoktu” gerçeğine sığınmak, bizi sorumluluk ve sosyal ödevlerimizden muaf tutmuyor. “Yoktuysa o zaman ne vardı, bugüne ne taşıdı,” diye sorulduğunda, göğsümüzü gere gere cevap veremiyorsak, hatalıyız, ihmalkârız, kusurluyuz demektir.

İşte bu 162 sayfalık kitap; Alman asıllı, Prof. Dr. Thomas Bauer tarafından yazılmıştır. Arap dili ve edebiyatı, İslam tarihi alanlarındaki akademik araştırmalarını sürdürmektedir. Kitabında bu konuları, derinlemesine irdelemiştir.

“Neden İslam’ın Orta Çağı Yoktu?” sorusunun cevabı olarak; kitabın 143. sayfasında, 7 neden şöyle açıklanmıştır. Genel olarak “Orta Çağ”, özel olarak da “İslami Orta Çağ” terimlerinin kullanılmasından neden kaçınılması gerektiğine dair yedi neden belirtilmiştir: “İslami Orta Çağ” terimi: (1) belirsizdir, (2) hatalı çıkarımlara teşvik eder, (3) olumsuz çağrışımlarından sıyrılamaz ve bu nedenle sıklıkla karalayıcı olarak kullanılır, (4) İslam dünyasını egzotikleştirir, (5) ve aynı zamanda onu sömürerek tahakküm altına alır, (6) Nesnel bir temeli yoktur, çünkü Avrupa ve Ön Asya’da Geç Antik Çağ’daki dönüşüm süreçleri oldukça farklı ve çoğu zaman tutarsızdır, ve (7) çağların gerçek sınırlarını görmeyi engeller.

Bu anlatımların gerek ve gerçeklerini kitapta detaylı okuduktan sonra; yeni bir yol haritası çizmemiz, herkesin kabulleneceği bir melodi notası yazmamız kaçınılmazdır. Bu tür eserler; gözümüzün içine baka baka, bize çok önemli uyarılar yapıyor.

Okuyup, anlayanı, anlatanı, uygulayanı bol olsun diliyorum.

Ali Riza Malkoç

Masallar Bizi Ayakta mı Uyuttu?

Kurt, Kırmızı Başlıklı Kız’ı güzelce midesine indiriyor. Küçük Denizkızı yaşadıklarına dayanamayıp canına kıyıyor. Uyuyan Güzel nihayet gözlerini açtığında mutlu bir hayat yerine engereklerle, akreplerle dolu bir kuyuya atılıyor. Güzel ve Çirkin’de, Güzel’in babası biricik kızını Çirkin’e, kendi canına karşılık teslim ediyor. Bu da bir şey mi… Goldilocks ve Üç Ayı masalında Goldilocks yaşlı bir nine ve masalın sonunda zindanda çürüyor. Bütün bu korkunç olaylar, masallara ve onların mutlu sonlarına yakışmıyor değil mi? Bizce de öyle. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’de Kraliçe’nin kızgın demirden ayakkabılar giyerek sonsuza kadar dans etme cezasına çarptırılması bir yere kadar anlaşılabilir tabii. Fakat Parmak Kız’ın bir nilüferin üzerinde susuz kalması dayanılır gibi değil. Bildiğimiz masalların yeniden yazma örneği gibi görünse de sıraladıklarımız yalnızca masalların özgün sonlarına birer örnek.

masal kahramanları
masal kahramanları
masal kahramanları
masal kahramanları

Bizim okul sıralarında okuduğumuz, annemizin veya babamızın sesinden dinleyerek uykuya geçtiğimiz masalların sonları bambaşkaydı elbette. Masallar bizi ayakta uyutmuş gibi hissettiren bu özgün sonlar bize bir şeyi anlatıyor: Masallar zaman içinde bir ölçüde çocuklar için katlanılabilir hâle getirildi.

Sözlü kültürün en kıymetli parçalarından biri olan masalların, uzun yıllar boyunca çocuklar için değil büyükler için derlendiği ve anlatıldığı biliniyor. Hatta bugün Batı masallarının hatırı sayılır bir bölümünü derleyen Grimm Kardeşler’in masalları bucak bucak gezerek değil, aristokrat ailelere mensup kişilerden dinlediği de sır değil. Nitekim masallar çocuklar için herhangi bir değişime uğramadan yayımlanır.

Grimm Kardeşler’in kitabında da koyunların gözlerinin oyulduğu, kralların hizmetçilerini beş ayrı parçaya böldürttüğü masallara rastlanır. Charles Perrault ve Hans Christian Anderson da derledikleri masalları çocuklar için yumuşatır. Jean de La Fountaine ise dünyanın dört bir yanından fabl derleyip onları şiirsel bir üslupla yayımlayan isim olur.

Her Dönemin Anlatısı O Döneme Has

Klasik halk masallarının dönüşümünü anlatmak için uzaklara gitmeye gerek yok aslında. Bu toprakların muzip ve az biraz da hergele çocuğu Keloğlan’ın ilk yazılı kaynaklara geçen hâlindeki olaylar yetişkinlere bile ağır gelecek cinsten. Billur Köşk Masalları’nda da kuyuya atılan sultanlara, yakılan cariyelere, efsunlanmış şehzadelere rastlamak mümkün. Eflatun Cem Güney, Keloğlan’dan Köroğlu’na kadar pek çok kahramanın başından geçenleri uygunsuz unsurlardan arındıran isim olur. Modern zamanlara ait bir ayrım olan çocuğa görelik kavramı masallar kadar eski değil. Üsküdar Üniversitesi Çocuk Gelişimi Bölümü Öğretim Üyesi – Yazar Elif Konar Özkan tam da bu yüzden her dönemin masallarının, sözlü kültür öğelerinin ya da hikâyelerinin o döneme has olduğunu dikkatimize sunuyor. Jean Jacques Rousseau tarafından kaleme alınan ve pedagojik unsurları barındıran ilk eser olarak kabul edilen Emile yazılalı yalnızca iki yüz elli sene oldu örneğin. Romanda bir çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiğini, ona nasıl davranacağımızı dahası nasıl besleneceğini dahi satır aralarında görürüz. Düşünürün kendi çocuklarını yetimhaneye vermesi de bir çelişkiden çok daha fazla anlam içeriyor.

Modern zamanlara ait çocuğa uygunluk, çocuğa görelik gibi kavramların henüz var olmadığı o zamanlardan bugüne çok şey değişti. Her masalın, her ibretli öykünün, alegorinin, şiirin ya da hayvan hikâyesinin okuma materyali olarak çocuğa verilip verilmeyeceğine karar vermek de iyi okuyuculara kalıyor.

Her Okura Masal: Orhan Veli’den La Fountane’in Masalları

Orhan Veli Kanık’ın kelimeleriyle Türkçeye geçen La Fountaine’in Masalları kitabının önsözünde büyük şair şöyle diyor: “Bu kitapta okuyacağınız şiirleri gerçi sizler için tercüme ettim. Ama hiçbir zaman onları çocukça bulmadım. Zaten sizi de küçük görmüyorum.”

La Fontaine'in Masalları
La Fontaine’in Masalları
Kızılderili Masalları
Kızılderili Masalları

“Düşmanlarından Çalacağın Ateş Çocuklarını Isıtır”

Kızılderililerin yaşama sanatı, acıya karşılama, zorluklarla mücadele etme biçimi dikkate değer görülmeye devam ediyor. Saltokur’dan çıkan Kızılderili Masalları, geçmişle geleceği birbirine bağlayan mitler, efsaneler ve aforizmalarla süslü.

Eflatun Cem Güney: “Gönlünüz Gül Olup Açsın Diliniz Bülbül Olup Şakısın”

“Masalcı Baba” adıyla andığımız, Türk masallarının derleyicisi Eflatun Cem Güney’in Evvel Zaman içinde eseri, bu topraklara ait masalların en duru hâlini içeriyor.

Evvel Zaman İçinde
Evvel Zaman İçinde

Rubaiyat ile Kesişen Hayatlar…

Semerkant
Semerkant

Amin Maalouf, 1949 Lübnan doğumlu, uzun bir kariyer yolculuğu sırasında hayatının bir kısmını kitap yazmaya ayırmış bir kişiliğe sahiptir. Benim ele alacak olduğum Semerkant romanının, ilk olarak 1988’de yayımlanmasının ardından 1993 yılında dilimize kazandırıldığı bilinmektedir. Benim edinmiş olduğum kitap 101. baskısı olmakla birlikte, aslında epey tercih edilen popüler bir kitap olduğunu da gösteriyor.

“Ve şimdi gezdir gözlerini Semerkant’ın üzerinde!
Değil mi ki o yeryüzüne ecesi?
Alıp tüm diğer kentlerin yazgı iplerini ellerine,
Çıkmamış mı hepsinin üstüne o mağrur?” (E. Allan Poe, s. 9)

İki bölümden oluşan roman, 1072 yılında, Ömer Hayyam’ın Semerkant’a geleli pek uzun zaman olmadığı bir vakitte başlıyor. Hayyam, o zamanlar 24 yaşındaydı. Genç yaşlarda olmasına rağmen bilginliği ile dillere destan olmuştu. Buradan sonra Hayyam’ı ve Hayyam’ın dünyasını tanımaya başlıyorsunuz. İlk sayfalarda dahi, dilinin akıcılığı dolayısıyla elinizden düşürmeden okuyabileceğinizi gösteriyor. Hayyam’ın en ünlü eseri, Rubaiyat yazmasının da bu olayın neticesinde ortaya çıkacağı önbilgisi de veriliyor. Böyle yüksek heyecanla başlayan roman, Kadı Ebu Tahir ile tanıştıktan sonra genişleyerek devam ediyor. Bu tanışmanın ardından Kadı, Hayyam’a üzerinde tavus kuyruğu biçiminde oymalar bulunan, sert deriden imal edilen defteri hediye etti. Bu defter yalnızca iki yüz elli altı boş sayfadan oluşuyordu ve Kadı, Hayyam’ın mısralarını bu deftere kendisini de düşünerek yazmasını istedi. Hayyam da zaman zaman o defterin sayfalarını rubaileriyle doldurmaya başlamıştır. İşte, Hayyam’ın dünyanın en özgün eserlerinden birini kaleme almaya teşvik edilişinin hikayesi…

Ebu Tahir ile Hayyam, Semerkant’a gelen hükümdar Nasır Han’ın huzuruna çıkmışlardı. Tam da o sırada, Hayyam’ın aklı orada tanıştığı kadın şair Cihan ile meşguldü ve romanın akışı Hayyam’ın duygularıyla da doldurularak devam ediyordu. Bu süreçte Selçukluların ismi duyuluyordu. Hatta, “Selçuklular böyledir işte, dedi Hayyam, kâh dinsiz imansız çapulcular, kâh aydınlık hükümdarlar olurlar, ellerinden hem her türlü alçaklık gelir hem de her türlü soylu davranış” (s. 51) cümleleriyle de onları tanıtıyordu. Bu cümlelerden Selçukluları sevmedikleri yargısı da çıkarılabilir. Devamında Sultan Alparslan’ın ölüm haberi geldi.

“Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları, gümüşleri ile övünmeye.
Tam işleri dilediği gibi düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye.” (s. 61)

Bunun üzerine Nâsır Han, taziyelerini bildirmek amacıyla Ebu Tahir’e bir grupla birlikte yola çıkmasını talep etti. Ömer de bu grubun içinde yer alarak onlarla yola çıkmıştır. Oraya ulaştıklarında vezir Nizamülmülk ile tanışırlar. Nizam, Hayyam’ı Isfahan’a davet etti. Bu davetin ardından Hayyam’ın sosyal ağı daha da genişlemişti ve Hasan Sabbah ile de bu yolda tanıştı. Hayyam, Isfahan’a varıp Nizam’ın huzuruna çıktığında, kendisinden sahib-i haber olması talep edilmişti. Hayyam, kendisinin bir ilim insanı olduğunu ve bu işi yapamayacağını belirterek talebi reddetmiştir. Kendisi yerine Hasan Sabbah’ı bu iş için tavsiye etmişti. Ancak Hasan Sabbah bu görevini kötüye kullanması ve Nizam ile Melikşah arasına nifak tohumları ekmek için kullanıyordu. Görevini kötüye kullandığı anlaşıldığında, Melikşah Sabbah’ı idam ile cezalandırmak istese de, Hayyam’ın Sultan’a ricası neticesinde sürgün ile bölgeden uzaklaştırıldığı ifade edilir. Hasan Sabbah Selçukluların elinden kurtulur kurtulmaz intikamını alacaktı… İnsanlık o güne dek böylesini ne işitmiş ne de görmüştü: Haşşaşiyun/Assassins Tarikatı. (s. 116)

Sabbah, Alamut Kalesi’ni satın alarak burayı kendisine üs yapmıştı. Bu sırada Nizam ile saray arasında da çatışmalar yaşanıyordu. Hasan Sabbah bu tarikat ile Nizam ve Melikşah’tan intikam almayı amaçlıyordu. Nitekim intikam ağacı meyvesini verdi de. Bu karışıklık içerisinde Hayyam, Merv’e doğru yola koyulmuştu. Bu süreçte Rubaiyat’ı da yazmaya devam ediyordu. Sonrasında Hasan Sabbah, ona Alamut’ta her türlü ilmi desteği vereceğini vaat ederek ona ebedi davet haberi göndermişti. Hayyam bu daveti cevapsız bıraksa da, Hayyam’ın el yazması bir süre sonra Sabbah’ın adamları tarafından kaçırılmıştı. “Yazman senden önce Alamut’un yolunu tuttu bile.” (s. 160)

Sabbah, bu yazmayı uzun yıllar boyunca kalede iyi bir şekilde muhafaza etmişti. Ta ki biri merakla onun peşine düşene değin… Kitabın ikinci bölümünde ise, Ömer Hayyam’a hayranlık duyan Benjamin O. Lesage eserin akıbetini merak ederek onu bulmak için işe koyulmuştur. Benjamin yazmaya ulaşmak maksadıyla İran’a vardığında Hayyam’ın yazmasının Şirin’de olduğu bilgisini alır. Sonunda hayallerindeki o yazmayı elde etmişti ve bu kısımda ise tıpkı Hayyam ile Cihan arasında bulunan aşk hikayesi gibi Benjamin ile Şirin’in hikayesine yer verilmiştir. Benjamin’in trajik hikayesi de Hayyam’ın hikayesi ile bağlanmış, çerçevelenmiş oluyordu…

Roman, akıcı olması dolayısıyla okurken gerçekten keyif verdi. Sizi iki farklı dünyada benzer hisler için yolculuğa çıkarıyor. Tarihi gerçeklikler konusunda yüksek beklentileri olan okurlara gelindiğinde, bunun bir tarih kitabı olmadığını hatırlatmak isterim.

Münevver Adıgüzel

İlber Hoca İmbiği

Bir Ömür Nasıl Yaşanır?
Bir Ömür Nasıl Yaşanır?

“Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” hayli iddialı bir başlık. İlber Hoca, Türkiye’de yaşantısı hakkında “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” başlığı atılabilecek çok az sayıdaki donanımlı ve tecrübeli entelektüelden biri. Fakat yine de her ömrün biricik olduğunu ve de olması gerektiğini, bu nedenle de nasıl yaşanacağı konusunda tavsiye almaya pek uygun bir alan olmadığını düşünürüm ben. Dikkat çekmesi amacıyla konulmuş bir başlık belli ki. Zira içeriğinde mütevazı bir İlber Hoca görüyoruz.

Günlük hayatta çeşitli alanlarda yol almış, zirveye ulaşmış; uzmanlık, hocalık payeleri almış şahsiyetlerin “herkes” için paylaştıkları asgari yaşam tavsiyelerini sıkça duymuşuzdur. “İşte efendim İstanbul’da yaşıyorum diyebilmeniz için şuralara gitmiş olmalı, şu deneyimleri yaşamış olmalı, şu şu kitapları okumuş olmalısınız.”, ya da: “Her insanın illa ki şunları şunları yapması, okuması, çalışması, deneyimlemesi gerekir.” deyip de oluşturulan tavsiye listeleri. Bu bana oldum olası tuhaf gelir. Hayatın her branşı hakkında asgari-ortalama birikime ulaşabilmek için edinilmesi gereken deneyimler, her biri sırayla ve ardı ardına yapıldığında, insan bir değil 3 adet ömre sahip olsa yine de yetişemeyeceği kadar çoktur. Binlerce yıldır dünyada var olan insanlık, her bireyinin ömründe çok azını deneyimleyebildiği ve farklı yetkinliklere sahip olduğu binlerce disiplin üretti. Her şeyden sadece bir şey bilmek bile imkansız hale gelmişti zaten bundan asırlar evvel. Dolayısıyla bu uzman şahsiyetlerin kendi kişisel deneyimlerinden oluşan dayatmaları yaparken biraz daha ölçülü olmalarını; gençlerin de her şeyden önce kendilerini tanımalarını, ona göre seçimler yapmalarını öneririm. Sekteye uğratmadıkça, üstünü kapatmadıkça merak duyguları; kendilerini tanımaları ve bağımsız bir birey oluşları onlara yeterince kılavuzluk edecektir.

Ayrıca sevmediğim bir eleştiri daha var. O da günümüz insanının herhangi bir özel alanda uzmanlaştıkça bütünü kaçırdığı, genele hakim olmayı bıraktığı eleştirisi. Her alanda bilgi üretimi inanılmaz bir hızla artıyor. İnsan baktığı ufacık bir konuyu bin bir parsele ayırsa, küçülttüğü parçalardan sadece birini eline alıp baktığında orada yeni bir dünya buluyor. Hal böyleyken çokça zikredilen “bütüne” hakim olabilmek ne kadar mümkün? Bunu 21. Yüzyıl insanının hatası değil mecburiyeti yahut kısıtlılığı olarak görmek gerekir. İşte bu eserde görmekten hoşnut olduğum bir husus da bu: İlber Hoca’dan kimi yerlerde ne kadar didaktik bir üslup görsek de bu yanılgıya –bana göre yanılgı- düşmüyor. Çağın her gün daha da hızlanan kaotik bilgi üretim ve hızlı değişim buhranında insanın yolunu kaybetmeden ilerleyebilmesinin ne kadar zor olduğunun farkında. Tarihi birçoğumuzdan iyi bildiği için de aslında nesillerin huylarının değişmediğinin, insanın, toplumların belli açılardan her dönem benzer özellikler taşıdığının da farkında.

Çoğunlukla bilgi birikiminin, uzmanlık alanının ve medyatik kişiliğinin çok büyük bir yer tutmasından dolayı İlber Hoca’nın da bir gündelik hayatının oluşu, “insan tarafı” dikkatlerimizden kaçıyor. Bu kitapta İlber Hoca’nın artık aşina olduğumuz yönlerinin haricinde yaşadığı gündelik hayatını da bir parça olsun görebiliyoruz: Dostlukları, ahbaplıkları, zevkleri, gezileri, tanıklıkları, aktüel konulara dair fikirleri vs. İlber Hoca’nın çalışmalarının dışında kişiliği hakkında da bir şeyler öğrenmek isteyen okurlar için iyi bir söyleşi çıkmış ortaya. Son dönemlerde bazı konularda gündem olan sözleri, düşünceleri –örneğin yeni evlenen çiftlere mobilyacı gezmek yerine dünyayı gezmeyi tavsiye ettiği konuşması- kitapta biraz daha geniş yer bulabilmiş. Açıkçası açıklamalarıyla, seyahatname kitaplarıyla ve entelektüel duruşuyla tarih okurları dışındaki kamuoyunun da ilgisini çekmeyi başarmış olan İlber Hoca’dan böyle bir eser ne zamandır bekleniyordu. Birçok okurun İlber Ortaylı bir yaşantı kitabı yazsa da okusak dediğine şahitim. İsabet oldu ve şaşırtmadı.

Bilimler, kendi iç disiplinleri ve sistematikleri sonucu mensupları olan bilim insanlarına: hayata, topluma, insana dair daha geniş perspektiften bakabilme yetisi kazandırabiliyor. Özellikle tarih bilimi tarihçilere belki bu konuda en geniş perspektifi sağlayan alandır. Bu yüzden İlber Hoca gibi şahsiyetlerin yaşam tecrübeleri; yaşadıkları topluma, o toplumun insanlarına dair gözlemleri ve bunların sonucunda imbikten süzülürcesine ortaya çıkan tespitler muhakkak çok değerli. Nitekim Oktay Sinanoğlu, Doğan Cüceloğlu, Ali Fuat Başgil gibi ve daha buraya yazmadığımız nice değerli ilim insanları da İlber Hoca gibi yaşantılarına yahut hayatta ne yapılması gerektiğine dair eserler ortaya koydular. Aynı konuda her birinin birbirinden farklı ve karşıt görüşleri vardı belki. Belki bu insanların bazı konulardaki fikirleri yanlış görünüyor. Fakat işte yaşamsal zenginlik bu şekilde oluşuyor. Yeni ufuklar edinebilmenin yolu bu tür farklı fikirlere evvela değer verip onları birbiriyle yeri geldiğinde savaştırıp, yeri geldiğinde uzlaştırmaktan ve ortaya şahsi bir sentez çıkarabilmekten geçiyor.

Okurken karşılıklı bir sohbet havası hissettim ve bu sohbetin didaktik tarafları bana hiç sıkıcı gelmedi. Hocanın bizzat yaşadığı şeyleri anlattığından emindim. Ve bizzat yaşadığı ve inandığı şeyleri anlattığı için son derece samimi ve yapmacıksız buldum. İlber Hoca’ ya çalışmalarından ve donanımından ötürü hayranlık duyardım. Şimdi bundan da öte onun insan tarafına, tabir yerindeyse “İlber Amca’ya” sevgi ve yakınlık da duymaya başladım. İyi ki var İlber Hoca. Umarım daha nice yıllar ondan öğrenmeye devam ederiz.

Kitabı okurken birçok konuda İlber Hoca’dan kanaat olarak ayrı düştüm. Birçok konuda zevklerimizin farklı olduğunu fark ettim. Ancak şunu gördüm ki: İlber Hoca çalışırken de, gezerken de, müzik dinlerken de, film izlerken de anı yaşamaya odaklanmış ve yaşadığı o anın güzel ve verimli olması için emek vermiş. Ortaya dolu dolu, zengin ve çok renkli bir yaşam öyküsü çıkmış. Hemfikir olduğum konulardan en önemlisi olduğunu düşündüğüm çıkarımım şu oldu: “iyi yaşanmış bir hayat iyi olmasına “emek” verilmiş olan hayattır.”

Söyleşiyi hazırlayan, soruları soran Yenal Bilgici’ye de buradan takdirlerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Tam olarak amacına uygun, literatür bilgisine dalmadan yaşantıya özgü bir anlatım ortaya konması sağlanmış. Günümüz gazeteciliğinden çok ötede takdire şayan bir söyleşi yapılmış. Aklımızdan geçip de “Bir de İlber Hoca ne düşünüyor?” diye merak ettiğimiz birçok mesele sorulmuş. Keşke daha nice meseleler konuşulabilseymiş.

Hüseyin Furkan Karamekik

Duygusal Kazanımlarımızı Pekiştiren Bir Roman…

Yeşilin Kızı Anne
Yeşilin Kızı Anne

Zulüm, küf, kin, kan, pas dolu bir dünyanın; içimizi ısıtan, yolumuzu aydınlatan, yaşantımıza umut aşılayan güzellikleri de var tabi ki. İşte bu romanı da onlardan birisi kabul edebiliriz. İnsan olma sorumluluğu ve duyarlılığını hatırlattı bana tekrardan. Nice bilimsel eser, anı, inceleme, roman okudum. Duygu yönü ağır basan, ifade yüklü eserlerden biri de bu oldu diyebilirim.

Sizlere kitap özeti ve alıntılar demeti sunmayacağım. Yakaladığım, yaşadığım atmosferi aktarmayı başarabilirsem, kitabı neden okumanız gerektiğine daha kolay karar verebileceksiniz. Giriş kısmı sizleri yanıltmasın, kitabın dili, üslûbu çok akıcı, konular arasındaki bütünlük uyumlu. 110 yıl önce İngilizce olarak yayınlanmış bu eser, çok geniş bir okur kitlesine hitap ediyor.

Romanı okurken, onlarca şarkı ve türkü sözleri geldi hatırıma. Şeker Portakalı romanının kahramanı Zezé’nin afacanlıklarını hatırladım. Doğal yaşamla ilgili okuduğum kitapların yansıttığı iç huzuru tekrar hissettim içimde.

Babam bu dünyadan göçtüğünde 42 yaşındaydı, ben ise daha 7. O dönemdeki duygularım, yalnızlığım, zorluklar, olumsuzluklar zihnimi şöyle bir yoklayıp geçti. Birçok ihtiyacımı; sırtımı dayayabileceğim bir baba olmadan karşılamak zor olsa da bu süreçte edindiğim deneyim, hep yanımda olmuştur.

Hiçbir canlı anasız-babasız büyümesin dilerim, bir kuş yavrusu bile olsa. Yetimhaneye sığınmak zorunda kalan, Anne isimli küçük bir kız çocuğunun yaşam öyküsü bu. Onun duygularını anlamaya, tartmaya çalışırken; kendi durumunuzu, nasıl bir yaşam modeli geliştirmek istediğinizi, daha mantıklı, daha derinlikli olarak idrak ediyorsunuz. Acıların insanı eğittiği ve olgunlaştırdığını, sorumluluk bilinci kazandırdığını, deneyimlerin arttığını, romanın kurgusundan gözlemleyebiliyorsunuz.

Empati yapabilmek, sosyal psikoloji gözlemlerine tanık olmak için muhteşem anlatımlar içeriyor roman. Görme yeteneği olmayanın, duyma ve hayal gücü, diğerlerine oranla daha yüksektir. Yoksulluk içerisinde yaşayanların da duygu, düşünce üretme, azim, cesaret ve hayal gücü, diğerlerine göre daha yüksektir. Var olanla mutlu olabilmek ve onu en makul düzeyde değerlendirmenin bir yolunu bulur o.

Ergen psikolojisi alanında da eğitici örnekler içerdiğinden, anne-babalar için sabır ve metodolojik bir bilinç sunacaktır. Çaresizlik ve acizlik; alternatifsizlik sunuyor insana adeta. Hakkınızda ne karar veriliyorsa, onu kabullenmek zorunda kalıyorsunuz. Hayatın en acımasız/talihsiz/mantıksız yönlerinden birisi de budur.

İnsanlar doğar, yaşar ve ölür. Evet, ölüm bir gerçek ve kabullenmemiz gereken bir kaderdir. Fakat öldükten sonra geride kalan dul, yetim ve öksüzlerin sahipsiz kalması, mağdur olması, insani sorumluluk ve sosyal devlet anlayışı ölçeğinde sorgulanmalıdır.

İstenmeyen bir sonucu, hayra yönlendirebilecek sosyal donanıma/güce sahip olabilmeli insan. Olan güzellikler ve gelmeyen musibetler için, şükür atmosferinde yaşayabilmeliyiz ayrıca. Roman kurgusu, bu türden duygusal kazanımlarımızı pekiştiriyor. Romanın ikliminde ıslanınca; küllenmiş, unutulmuş, ötelenmiş, yıpratılmış, yerine başka şeyler dayatılmış, yozlaştırılmış doğal duygularınızın yeniden canlılık kazandığını fark edeceksiniz. En azından var olan hislerinizi güçlendireceksiniz. Gereksiz ve bilinçsiz bir şekilde kırılan bir cam şişe, ayağınıza batabilir. Romanda dışlanan, korumasız kalan, hor görülen bir kız çocuğunun, ezilmişliğine tepki olarak, zaman zaman saldırgan ve hırçın tavırlar sergilemesi, bize aslında yaşamın gerçeklerini öğretiyor.

İstediğini söyleyen, istemediğini işitir. Her tür haksızlığı yapıp, karşımızdakinden olgunluk beklemek, hadsizlik, densizlik olur. Bu arada olgunca yaklaşım, bilgece/anlayışlı tavır hakkı saklıdır, onun bileceği bir iş. Kullanır ya da kullanmaz, suçlayamayız. Kaldı ki yetim büyümekte olan bir çocuktan, yetişkin bir olgunluk beklemek hata olur.

Bu tür eğitici, öğretici, duygu dünyamızı zenginleştirici eserlerin sayısı da okuru da artmalıdır. Okuyan, okuduğunu anlayan, anladığını topluma aktarabilen bireylerle toplumsal olarak bilincimizi geliştireceğiz.

İyi okumalar.

Ali Riza Malkoç