Siyaset kuramcısı Chantal Mouffe, 1985 yılında eşi Ernesto Laclau birlikte yazdığı “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabı sol çevreleri derinden sarsar. Bu kitap, Ortodoks marksizmin sınıf ve siyasi kimlik anlayışını yeniden sorguluyordur. Bu eleştiriler, haliyle solda yeni açılımlar da getiriyordu. Liberal demokrasi değerlendirmeleri ve çatışmacı siyasete yaptığı vurgu dikkat çekti. Kendisi radikal demokrasi kavramının kuramcısı kabul edildi.
Mouffe, Avrupa’da yükselen sağ popülizmini değerlendiren isimlerin de arasında yer alıyor. Kitaplarında, buna karşılık sol popülist cepheyi kurmak gerektiğini savunuyor. O her ne kadar bilinirliğe önem vermese de, Avrupa sol popülist partilerinin düşünsel altyapısını oluşturan kişi de ondan başkası değil.
Siyaset kuramlarına paralel olarak demokrasilerde rakiplerin merkeze kayması meselesine de açıklık getirdi. Rakiplerin merkeze yaklaşmasını olumlu görenlerin karşısında yer alıyordu. Politikada bu tür kaymaların demokrasiyi pekiştirmeyeceğine ilişkin değerlendirmeleri dikkat çekti. Merkeze kayma, ‘uzlaşma’ temsili demokrasiyi sekteye uğratan unsurlardan biri ona göre. Mouffe, seçmenlerin alternatiflerinin kısıtlayarak sistemin kilitlenmesi ihtimalini de buna bağlıyor.
Düşünür sadece siyaset kuramlarıyla ilgilenmedi. Psikoloji ve sosyal psikoloji alanıyla da yakından ilgili. Toplumsal şiddeti değerlendirirken insanı anlamaya yöneldi.İnsan psikolojisindeki saldırgan içgüdüye işaret eden Mouffe, insan ilişkilerinde çatışma potansiyelinin daima var olduğu hatırlatıyor. Ancak potansiyel asla bir arada yaşamaya engel değildir.
Politika teorisi profesörü düşünürün, kitapları pek çok dile çevrildi. Mouffe hegemonya, işçi sınıfı, toplumsal hareketler ve feminizm konularına yoğunlaşıyor. Kitapyurdu’nun katkılarıyla Çeviri Konuşmalar tarafından tercüme edilen bu videoda ise, yükselen sağ popülizmine karşı önerilerinden bir bölümü izleyeceksiniz.
Kitapkurtları! Sizin için birbirinden güzide üç kitap seçtik ve #KısaKısaKitap incelemesi yaptık. ✍️ Haritadan hangi kitaba başlayacağınızı bulabilir, kitap detaylarını görmek için görselleri sırayla tıklayarak inceleyebilirsiniz. Keyifli okumalar! 📚
Stefan Zweig, ‘Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi’ni kaleme alırken kendisiyle de hesaplaşmış olmalı. İkisi de kaotik bir Avrupa resmine bakarken, aydınlanma aklının galip geleceği özgür ülkeler düşlüyordu. Zafer kazanmış olmak için huzurlu bir sığınak bulup kitaplarını yazmaları yeterliydi. Ama çağının aydını olmak, bundan fazlasını gerektiriyordu.
Erasmus’un bütün yaşamını özetleyen çarpıcı bir cümleyle kapağı açılıyor kitabın:
“Rotterdam’lı Erasmus, hangi yandandır, öğrenmek istedim. Ama bir tacir şu karşılığı verdi bana: Erasmus est homo pro se, Erasmus kendinden yanadır.”
Devir çığırtkanlarının gün aşırı kapısını aşındırdığı Rotterdam’lı flozofun kaçışı, bir anlamda zafere dönüşür. Zorbalığın çarkına su taşıyacak eylemlerin adamı olmaktan kaçar.
İdealize ettiği esenlik içerisindeki toplum düşü kavgacı bir mücadeleye girişmesini engeller. Huzura götürecek yolun huzursuzluğunu çekmek istemez. Kargaşanın dışında kalıp izleyici olmakla yetinir her defasında…
Erasmus, kilisenin afyonunu yutmuş bir Avrupa’da düşünür olmanın çaresizliğini, narin vücudunun iliklerine kadar hisseder. Ortada durmayı erdem sayar ve daima başarır bunu…
Yeryüzünde kurulu bütün statülerin gerisinde, salt bir dünya vatandaşı olmayı yeğler. Victor Hugo’nun entelektüelliğin aşkın basamağı olarak tanımladığı; ‘herkesi kendine yabancı gören, bir yere ait olmayı reddeden’ yapısıyla, çağdaşlarının yanında elmas gibi parlar.
Diğer bütün vasıflarının önünde bazen gönüllü bazen de zorunlu bir gezgindir o. ‘Deliliğe Övgü’sünü bile atının sırtında seyahat ederken yazmaya başlar. Zweig’in sihirli sözcükleri, onun yazıya olan hastalık derecesindeki tutkusuna imrendirir:
“Yazı yazmayı gezileri boyunca sürdürdüğü gibi, indiği her otel ya da handa önüne konan masayı hemen bir çalışma masasına dönüştürürdü. Uyumamak demek, onun gözünde yazarlık çabalarını an yitirmeksizin sürdürmek demekti ve kalem, bir anlamda elinin altıncı parmağıydı.”
Stefan Zweig, Erasmus’un biyografsini yazarken Avrupa yine boz bulanıktır. Kilisenin hakimiyetine rahmet okutacak Nazizim, düşünürleri can korkusuyla yerlerinden yurtlarından eder. Ünlü bir Yahudi olduğu için onların başında gelen Zweig’in payına da zorunlu sürgünler düşmüştür. Erasmus gibi Avrupa’nın bir kentinden diğerine gidecek kadar şanslı da değildir. Nazilerin İngiltere’ye yürümesinden sonra Brezilya’ya kaçmaya karar verir. Viyana’dan okyanus aşırı uzaktayken bile sihirli sözcüklerini, ne Naziler’i ne Hitler’i kınamak için kullanamaz. Buenos Aires’teki basın toplantısında gazetecilerin ısrarla ırkına dayatılan soykırımı açıkça vurgulaması için yönelttiği soruları kurnazca geçiştirir. Elbette umursamadığından değil, tıpkı Erasmus gibi, “Ben bir bilginim ve huzur, çalışmam için gereklidir,” dediği için hayata duyduğu bağlılığını baltalayan özneyi dile getirmekten kaçınır. Yoksa Brezilya’da karısıyla birlikte ölümü seçmeden dostlarından birine çok kısık sesle, “Acaba Hitler buralara da gelir mi?” diyecek kadar korku sarmalının içindedir.
Aynı zamanda kendi trajik sonunu hazırlayan iç çekişmelerin hesabını görür burada… Erasmus ve Luther’i öylesine güçlü bir diyalektikle karşı karşıya getirir ki okuyucu bu anlatımın romansallığıyla sürüklenir. Zweig, “Demagojik ve bağnaz” Luther’in tarafında saf tutmayan Erasmus’un gerekçelerini bölüm boyunca idealize etse de en sonunda onu suçlayarak bu faslı kapatır. Çünkü eyleme dönüşmemiş irade, çirkinlik karşısında sorumludur. Tıpkı Buenos Aires’teki basın toplantısında susmayı yeğleyen sürgün yazarın sorumluluğu gibi.
Umut ve kasvetin iç içe geçtiği bir evren… Elfler, cüceler, hobbitler ve pek tabii insanlar. İnsan kozmosunun kusursuz işlediği fantazya. Yüzüklerin Efendisi ile herkesin ilgisine mazhar olan J. R. R. Tolkien’in kaleminden dökülenlerin özeti. Kitap ve film uyarması milyonları o evrenin eşiğinden içeri soktu. Gel gör ki, yazarın, kurgu sistematiğinin yaşadığımız dünyayla paralelliği tartışılmaya devam ediyor. Lytard’dan ödünç alarak ifade edelim: “Dünya benzerliklerden oluşur.” Orta Dünya’nın fena halde gezegenimizin serencamından izler taşıması da kaçınılmaz.
Hobbit, Yüzüklerin Efendisi ve Silmarillion gibi fantastik kurgu eserleriyle tanıdığımız Tolkien’in uzmanlık alanı Anglo-Sakson dili ve edebiyatı. Filoloji birikimi kendisini hissettirir her kitapta. Sırasıyla hatırlayalım dilerseniz. Hobbit’te, Bilbo Baggins’in macerasını anlatır. Yüzüğün bulunuşuyla Orta Dünya’nın kapıları aralanır. Usta yazar, daha sonra Frodo Baggins ekseninde dönen, Yüzüklerin Efendisi serisine başlangıç yapar.
Orta Dünya, I. Dünya Savaşı Tasviri mi?
Kimileri, bütün hikâyenin yazarın savaş anılarından çıktığını iddia ediyor. I. Dünya Savaşı’nın iç parçalayan atmosferini bire bir yaşayan Tolkien, Lancashire Hafif Piyade Tugayı’nda yer aldı. Kâbuslarına savaş tahribatı da eklendi. Siper hummasına yakalandı. Hastanede uzun süre tedavi gördü. Düşünmeye vakti vardı. Ölen birinin ruhu üzüntüyle canlıların arasından uzaklaşır. Onu tehlikeli bir yolun beklediğini inanlar vardır. Cennette karşılaşacaklarını düşünen de. Ama kişinin ruhu “ölüler dünyasına” ulaşmıştır neticede. Savaş ve ölüm hakkındaki düşünceleri değişir genç Tolkien’in. “Makinalı silahlar, daha fazla insanın ölümüne sebep oluyorsa, tetiğe basan insanın sorumluluğu neydi?” “Yüz binlerce can kaybı, onurlu savaşa dâhil miydi?” gibi muhtemel soruların, romanlarına eskiz olduğu düşünülüyor.
Yazar, reel dünyayı anlattığını kesin bir dille ret ederek aramızdan ayrıldı. Yalnızca, şahit olduklarının kalemine etki ettiğini kabul etmekle yetindi. Ancak ölümünden sonra G. Gavriel Kay’in çabasıyla oğlu Christopher Tolkien, Silmarillion kitabını yayınladı. Eser, filolog olan Tolkien’in beslendiği kaynaklar hakkındaki soru işaretlerini kısmen ortadan kaldırır. Fantastik edebiyatın usta ismi, 1968’de BBC’ye röportaj verir. Üzerine çalıştığı eser yayımlamaya ömrünün vefa etmeği Silmarillion’dur. Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi hikâyelerinin geçtiği dünyanın kaynağı satır aralarından sızar. Tolkien, cüceler hakkındaki kafa karıştıran, “İnsan, sadece insandır.” cümlesinin de yer aldığı video, Çeviri Konuşmalar kanalında. Okunanın, beyaz perdeye yansıyanın yalın insan serencamı olduğunu düşünmek bakışınızı değiştirmeye yetiyor.